May
07
Gönderen: admin, Röportaj, RP Yapılan, Mayıs-7-2008

Türkiye’deki İslami Cemaatler özellikle 28 Şubat sonrası büyük bir değişim sürecine girdi. Bu değişim öyle noktalara vardı ki, dün laik sistemi yerden yere vurarak Tevhid’den, cihaddan bahseden İslami Hareketlerin birçoğu, STK’laşarak mevcut sistemle uzlaşma alanları oluşturmaya başladı. Sütun Haber olarak “İslami Hareket nereye gidiyor?” sorusuna cevaplar ararken Araştırmacı-Yazar Hamza Er’in İslami Hareket üzerine yazdığı yazılar dikkatimizi çekmeye başladı. Halen çeşitli süreli yayınlarda yazılar yazan Hamza Er’le İslami Hareket’in dünü ve bugünü, Müslümanların demokrasi ile girdikleri ilişki biçimi, 28 Şubat’ın sonuçları, AK Parti’nin misyonu, cemaatlerin STK’laşması, İran Devrimi ve Tekbir Giyim üzerine ufuk açıcı bir sohbet gerçekleştirdik. Hamza Er genç yaşına rağmen Türkiye İslami Hareketi üzerine kafa yoran, faydalı tespitlerde bulunan önemli bir isim. Sorularımıza verdiği cevapları okuduğunuzda aynı kanıya sizin de varacağınızı düşünüyoruz.

İslamcı söyleme sahip olan gruplar 28 Şubattan sonra büyük bir değişim  ve çözülme yaşadılar. Bu değişim ve çözülmenin sebepleri sizce nelerdir?

28 Şubat sürecini Müslümanlar üzerinde bir kırılma noktası olarak kabul edebiliriz. Ama önce şu sorunun cevabının verilmesinin daha önemli olduğunu düşünüyorum: 28 Şubat’a gelene kadar, hedefleri olan, net prensipleri ve ilkeleri olan, programlı çalışan oluşumlar mı vardı da 28 Şubat süreci onları dağıttı?

Size göre bu sorunun cevabı nedir?

Kesinlikle hayır. Ben bu topraklarda İslami söyleme sahip oluşumların yola çıkış amaçlarını ortaya koyan, belirleyen net manifestolarının olduğuna inanmıyorum. Müslümanlar, önlerine gerçekçi hedefler koyma, kısa, orta ve uzun vadeli programlar oluşturma konusunda bir kere hazırlıklı değillerdi. Takipçilerini, açık ve net hedeflerle tatmin edemediler. Bundan dolayı, 70’li yılların sonlarından günümüze kadar, heyecan ve harekete yönelik sık sık fikir geçişleri yaşandığına şahit olduk.

Bununla beraber, İslami çalışmaların, yani sohbet ortamlarının gündeminin sadece orada kaldığı ve kitleleşemediği kanaati, bu çalışmaları yürüten Müslümanlarda motivasyon kaybı oluşturdu. Konuşulan fikirlere, egemenlerin kontrolünde ki kamuoyu tarafından ilgisiz kalınması, azınlık psikolojisini derinleştiriyordu. Artık irşad çalışmaları, kendin çal kendin söyle ithamları ile önemsiz görülmeye başlanmıştı. Kitaplarda okunan bilgilerin hayata yönelik karşılığının olmaması, hedeflenen fethin bir türlü gerçekleşmemesi, yılgınlığa sebebiyet verdi. Çalışmaların kendini tekrar eden bir hal aldığı düşüncesi hakim olmaya başladı.

Bundan dolayı, İslamcıların, daha popüler olan, hemen gündemleşen, kısa vadede sonuçlarını göreceklerine inandıkları politik sürece katılma dürtüleri, 28 Şubatla birlikte aktif bir hal aldı ve harekete geçti.

28 Şubat Bir Hak Eleği Olmuştur

28 Şubatın sonunda savrulma olarak adlandırdığımız geçişlere zaten istek mi duyulmaya başlanmıştı?

Ben öyle inanıyorum ki 28 Şubat, bazı İslami yapıların değişim arayışlarını meşrulaştırdı. Derinliklerinde yaşadıkları çatışmalardan dolayı yönelmeyi arzu ettikleri yola daha rahat girecek bir bahane işlevi gördü. Bu değişimi dile getirmeleri, açıklamaları, ilkelerinden taviz verme gibi algılanacağından, böyle bir adım atamıyorlardı. 28 Şubat buna bir vesile oldu. Yeni misyonlarını üstlenme noktasında bir sebep, bahane oluşturdu. Kendi içlerinde ki tavır ve yöntem değişikliğini artık meşru bir izaha dayandıracaklardı.

Ben 28 Şubat’ı büyük bir hak eleği olarak tanımlıyorum. Rahmet olarak görüyorum.

28 Şubat’ı nasıl rahmet olarak tanımlayabiliriz?

28 Şubat bir musibettir. Asla tasvip edilemeyecek zorbalıkların yaşanmasının sebebidir. Bu ayrı. Ama 28 Şubat’la birlikte, mevcut sistemi cahiliye unsurlarından dolayı tağuti bir yapı olarak adlandıran, bilinçli ve bütüncül ayrışmayı esas alan, İslami düzen, İslam toplumu, İslam ümmeti, Tevhid ve şirk mücadelesi gibi kavram ve idealleri askıya kaldırmayanlarla, bu kavram ve sözlerden uzaklaşan insanların ayrışması sağlandı. Saflarımızı yeniden gözden geçirdik ve sebat gösterenleri tanıdık.

Herhangi bir işkence ve ciddi baskı görmeden, sanal korkularla yılların grupları çalışmalarına son verebiliyorlarsa, metot ve yöntem değiştirebiliyorlarsa, fikirleri pamuk ipliğine bağlı bu çalışmaların, toplumsal bir dönüşüme katkı sağlamalarının mümkün olmadığı görüldü.

Tekrar söylüyorum, 28 Şubat bilinen amaçları ve sonuçları ile tasvip edilmese de, Müslümanların başlarını ellerini arasına alarak düşünmelerine, muhasebe yapmalarına ve güçlerini tespit etmelerine vesile olmuştur. Bu da bir rahmet değil midir?

AK Parti iktidarını oluşturan kadroların çoğu eski İslamcılardan oluşuyor. AK Parti  iktidarı sizce Türkiye’deki İslami harekete olumlu veya olumsuz anlamda nasıl bir etkide bulunuyor?

AK Parti iktidarı, Nebevi çalışma yöntemlerinin takipçisi olmaya çalışan İslami cemaatlerin köküne dinamit koymuştur. O yapıların ağabeylerini, öncülerini, kendi içerisine çekmiştir. Bugüne kadar dile getirdikleri söylemlerinin aksini ifade ettikleri bir şemsiye olmuştur. Bu camialar, hükümetin vaat ettiği imkânlardan istifade etmeye başladıklarından, AK Parti iktidarının koltuk değneği konumuna düşmüşlerdir. Gençlik çalışmaları, AK Parti’nin gençlik kolları haline gelmiştir.

Bu tercih, bu zamana kadar okunan değerli âlimlerin, şehitlerin eserlerine ihanettir. Darul Erkam’ları örnek alarak gerçekleştirilen çalışmaların oluşturduğu birikime ihanettir. Müslüman genç neslin zihinlerinde yer eden öğretilerle, pratikte tercih edilen arasında ki çelişkileri görerek yaşayacakları muhtemel bir depresyonun müsebbibi olunduğundan büyük bir vebaldir.

AK Parti, Müslümanları Laik Devletle Barıştırma Misyonunu Üstlenmiştir

Sizce olumsuzluklar sadece politik sürece katılmakla mı sınırlı?

Hayır, neden olunan sorunlar bu kadarla sınırlı değil. AK Parti iktidarı, İslamcı kesimi sadece politize etmekle kalmamış, laik Kemalist devlet ile barıştırma misyonunu da üstlenmiştir. Müslümanlara yeni hedefler, yeni idealler çizmiştir. Özgürlük alanlarının açık olduğu “Demokratik Cumhuriyet” hedefi, yetinilmesi gereken bir ideal haline gelmiştir. Demokratik Cumhuriyet’te, insanlara hangi yasalar ile hükmedildiği, ne adına hükümet edildiği gözardı edilmiştir. Önemsizleştirilmiştir.

Ayrıca ABD’nin küresel projelerinin içerisinde aktif olduklarını parti yöneticileri açıklamışlardır. BOP’un eş başkanı olmakla övünen AK Parti’nin lideri değil midir? Ilımlı İslam’ın örnek ve model ülkesi Türkiye değil midir? Ilımlı İslam, ABD ve emperyalist projelerine ses çıkarmayan, asla hükümet olmayan, direniş bilincinden uzak bir din anlayışıdır. Bu projeyle beraber milyonlarca dolar, dünyanın birçok bölgesinde olduğu gibi Türkiye’de de dağıtılmadı mı? Bu paralarla hangi tip Müslüman yetiştirilmek amaçlanıyor sanıyorsunuz. ABD, İslam’ı ve Müslümanları çok mu seviyor yoksa…

Amaç nedir?

Bize nasıl Müslüman olacağımızı utanmadan öğretmeye kalkışmanın adıdır ılımlı İslam. ABD bunu üstlendi.  Bu cüretkârlığı, halkı Müslüman ülkelerde ki maşalarıyla yapıyor. Türkiye’de de AK Parti ve etrafında toplanan teşekküller bu misyona hizmet ediyor. Modern dünyanın değerlerine göre bir hayat tarzı sunuyorlar. Aileyi, kadını, genci, yanlış tanımlayarak deforme etmeye çalışıyorlar.

Müslümanların tüketim anlayışları, tatil kültürü, kılık kıyafet tarzı hep bu süreçle değişime uğramıştır. Müslüman kızlarımız, siyaset sahnesinin önünde yer alan kişilerin eşlerini her açıdan model almaya başlamıştır. Bu tahribatın sonuçları anlatmakla uzar gider. Bu dönüşümün etkisinin sadece bu topraklarla sınırlı kalmayacağını, çevre ülkeler içinde örnek alındığını hatırlatmam, tehlikenin boyutları açısından bizlere fikir vermelidir.

Yazılarınızda sürekli Müslüman ve ötekiler arasında safların ayrılması gerektiğini vurguluyorsunuz. Böyle bir şeye neden ihtiyaç var?

Günümüzde saflar ve o safların mensupları net olarak görülemiyor da ondan. Bakın Hz. Âdem’den beri süregelen mücadele, Tevhid ve şirk safları arasında gerçekleşmiştir. Tarih boyunca insanlık iki kutba ayrılmıştır. Bunlardan birisi olan şirk safının ileri gelenleri, kendi iradelerini, hevalarını ilahlaştırarak Allah’a şirk koşmuşlar, o dönemde yaşayan insanları da kendilerine boyun eğdirebilmek için çaba harcamışlardır. Bu anlayışın sistemleşmiş hali, tağuti düzen olarak tanımlanmaktadır. Tevhid safında ise nebiler, Resuller ve onların takipçileri yer almaktadır.

Şimdi bizler yaşanmış olan bu tarihi hadiselerin sebep, sonuç ve muhataplarını çok rahat görebilmekte ve tasnifte zorluk çekmemekteyiz. Çünkü yaşanmış bir tablo vardır önümüzde. Ama günümüzün modern cahiliye dünyasında bu safların ayrışmasında zorluklar yaşamaktayız. Çünkü bir insan Müslüman olduğunu beyan etmekte, namaz kılmakta, ama aynı zamanda Allah’ın emir yasaklarına muhalefet eden, ilahi hükümlere aykırı olarak hükmeden yönetici iradelere teslim ve tabi olmaktadır. Yine insanlar, Müslüman olduklarını beyan etmekle beraber, çağın ideolojilerini benimsemekte, bu ideolojilerin tezatlıklarını sorgulamadan, Müslümanlık unvanıyla beraber aynı cümlede kullanabilmektedir.

Hangi unvanlardan bahsediyorsunuz?

Demokrat, milliyetçi, laik, sosyalist, feminist gibi ek unvanlardan bahsediyorum. Günümüzde, Hakkın değil halkın çoğunluğunun egemenliğini esas alan demokrasi anlayışını benimseyerek demokrat Müslüman, dinin hayata müdahale edemeyeceğini esas alan laiklik ilkesini savunarak laik Müslüman olmak mümkün görülmüyor mu? En azından olunduğu iddia edilmiyor mu?

Aynı zamanda bir ırkın üstünlüğünü temel alan, o ırkın çıkar ve menfaatleri doğrultusunda hareket etmeyi benimseyen milliyetçilik ülküsünü, ekonomik uygulamalarda ki bazı benzeşen zerrelerden dolayı sosyalizm ideolojisini, Müslümanlıkla özdeşleştirerek, milliyetçi-Müslüman ve sosyalist-Müslüman ucubeliği yaygın değil mi?

Bugün ciddi bir kavram kargaşası yaşanmaktadır. Müslüman olarak Allah ve Resulüne iman ettiğini iddia edenlerin, laik-kemalist yaşam tarzının ayakta kalması, devam etmesi noktasında çabaladığına, meydanlara indiğine, sandıklara gittiğine şahit olduğumuz bir dönemde yaşıyoruz.

Gençler, Fikirsel Yetimler Olarak Ortada Bırakılmıştır

Fikirleri açıkça ortaya koyarak bu ayrışmayı sağlayabilir miyiz?

Sadece fikir üreterek başarılı olamazsınız. Cahiliyenin her türlüsünden kendisini soyutlamış, sadece Allah ve Rasulünün beyan etmiş olduğu hayat tarzına teslim olmuş, saf ve arı bir Müslüman kimliğini ortaya çıkaramazsak, bu prototipleri insanların önüne model olarak koyamazsak, sohbetlerimiz, davetlerimiz, konferanslarımız ve yazdıklarımız bir anlam ifade etmeyecektir. Bu faaliyetlerin model karşılığı olmadığından, olunamadığından etkisi de olmayacaktır.

Tevhidi yazıp ve anlatan bir hatibin, Allah’ın emirlerine muhalif hükümleri icra etmekte istekli olanlara kitleleri yönlendirmesi, kirli kimlikler ve kişiliğini yitirmiş fertleri oluşturmaktadır. Bu insanlardan öğrenilen din, mustazaflara umut olacak bir din değildir. Bugün, özellikle gençlerimiz terk edilmişlerdir. Kendilerine anlatılan fikirlerin sahipleri olan abi ve hocalarının, o fikirlere aykırı yerlerde bulunduklarından terk edilmişlerdir. Cami avlusuna bırakılan bebekler gibi, fikirsel yetimler olarak ortada bırakılmışlardır. Bu gençlere, toplumda oluşan ve zorla dayatılan safların müminlerin safı olmadığını, müminlerin tüm bu ortamlardan beri olduklarını ispatlamamız zaruridir. Kirli, puslu, çirkin bir kimlikten arınmış net bir İslami kimliğe, gençler ve tüm insanlık davet edilmelidir. Bugün bunun modelliğinin ortaya konması, yapılması gereken en zaruri ameldir. Toplumun temiz akideye sahip olabilesi için, muvahhid modellerin varolması, ortaya çıkması zorunludur.

Bahsetmiş olduğunuz ideolojilerden olan demokrasi rejimi, özellikle 28 Şubat sonrası Müslümanlar tarafından benimsenmeye, sahiplenilmeye  başlandı. Demokrasi ile İslam arasında hiç bir ilişki, uyuşma yok mu?

İslam, Allah’ın egemenliğinin hayata hâkim kılınmasını amaçlar. Allah’ın, insanlar için koyduğu hayat prensiplerinin egemen olması gerekir. Bu ilahi yasaları uygulayacak idareciyi, yani müminlerin emirlerini seçme konusu, o yasalara boyun eğmiş kişilerin işidir, sorunudur. Demokrasi ise, halk çoğunluğunun egemenliğini esas olarak kabul eder. Çoğunluk olmak, o çoğunluğun kendi yasalarını ve idarecilerini seçme konusunda ki tek geçerli kriterdir. Ayrıca demokrasiyi sadece bir seçim tekniği açısından ele almak da ne kadar doğrudur? Demokrasi felsefi ve tarihi kökleri olan, içerisinde sekülerliği, ilahi olana reddiyeyi barındıran bir ideolojidir.

Şunu da düşünmek gerekir; Müslümanlar neden bir yönetim biçimi olan demokrasiyi tartışıyorlar? Allah ve Rasulüne tam teslim olmuş topluluklar oluştu da, iş sadece müminlerin başına idareci seçmeye mi kaldı? Tabii ki hayır…

Demokrasiyi masum bir yönetim şekli olarak görmediğinizi söyleyebilir miyiz?

Batı toplumunun, kendine has sorunlara yönelik ürettiği bir ideoloji olan demokrasi, hemen alınarak tüketilecek kadar masum değildir. Müslüman topluluklar üzerinde egemen olan sistemler, o toplumun egemenlerinin, çıkar ve menfaatlerine hizmet eden kanunlarla idare edilmektedir. Halka bu cahiliye kanunlarıyla kim hükmedecek sorusunun cevabını bulmak için sarınılan bir yöntemdir demokrasi. Bu nasıl göz ardı edilebilir ki…

Bu düşünce, bugün namaz kılan, oruç tutan bir Müslümanın, ABD’de başkan adayı olmasını önemli göstermek ve görmek kadar yanlıştır. ABD’nin menfaatleri doğrultusunda belirlenmiş yasalara, sınırları çizilmiş iç ve dış politikalara en iyi kimin bağlı kalacağının seçimi, Allah’ın dinine tam bağlı olan muvahhidlerin arayış ve çalışmalarının konusu olmamalı… Böyle bir adayın da zaten tevhidi idrakinin olmadığı aşikar olarak kabul edilmelidir.

 Düşüncelerde Gerçekleştirilecek İnkılap Gerçek Zaferdir

 Yakın zamanda İran’a bir gezi gerçekleştirdiniz. İran devrimi, İslamcılar tarafından yapılan  bir devrim olarak biliniyor. Sizce amaçları açısından İran devrimi başarıya ulaşmış mıdır? Gözlemlerinizden bahseder misiniz?

Ben, İran’dan geldikten sonra ilk olarak şunu ifade ettim: “Bir ülkenin tabelasının İslam cumhuriyeti olması o toplumun halkının dindarlaştığının göstergesi olamaz.” Bunu söylememim sebebi, İran halkının genel olarak İslam devrimine hazırlıklı olmadığını hissetmemdir. Dini değerlere teslimiyette sorunlar olduğunu görmemdir. Bu teslimiyetten bahsederken, sadece devlet yasalarını kastetmiyorum. Bireysel anlamda, mü’minliğe taliplik noktasında bir gevşeklik fark ettim.  Devrimin önderlerinin İslam inkılabının ağırlığının farkında olarak, bunu kaybetmemek için gerçekleştirdiği bir takım uygulamaların, baskı olarak adlandırılmasının sebebi de bu gevşeklik zaten. Ama devletin bu mücadelesinin, halkı İslami olana sevk etmek ve İslam’ın gerçek bir tercih haline dönüşmesini sağlamak olduğuna inanıyorum.

İran inkılabının kemale ermediğini, -8 sene süren Irak savaşını, dünya tarafından uygulanan tecrit ve boykotu, küresel yansımaları olan dünyevileşme rüzgârının etkilerini- şerh düşerek söyleyebilirim. Gerçek devrimin daha çok zamanı vardır.  Düşüncelerde gerçekleştirilecek inkılabın, gerçek bir zafer olduğu, artık Müslümanlar tarafından anlaşılmalıdır.

Bu geziden sonra, toplumsal dönüşümün yasalarının aynı olduğu, bir toplumun dönüşebilmesi için halkının zihinsel ve ameli anlamda değişmesi gerektiği hakikatine olan bağlılığım daha çok pekişti. Yani önce bir iç devrim gerekmekte. Düşünce alanında inkılabını gerçekleştirmiş bir halk, içerisinden çıkaracağı idarecilerle ve oluşan kanunlarla bir çatışma yaşamaz. Onunla uyum içerisinde olur.

İslam siyasal yönü itibariyle  günümüz dünyasına neler vaat ediyor?

İslam’ı siyasal ve sivil gibi kategorilere ayırmak, onu beşeri ideolojilere benzetme tehlikesini doğurmaktadır. Bu tehlike, sadece bir dünya görüşü, siyasal sistem olarak İslam’ı değerlendirerek onun kazandırdıklarını dünya, yani maddi ölçüyle tartmaya kalkışmaktır. Ekonomik vaatleri nedir, eğitim ve hukuk alanında ki çözüm önerileri nelerdir gibi sorular öncelik teşkil etmemeli… İslam dini, getirdiği değerlere teslim olmak şartıyla muhatabı olan insana tek gerçek kazancı işaret eder. Allah’ın rızasına ulaşıp cennet nimetlerine kavuşmak. İman ettiği taktirde bir köleyle krala vaat ettiği aynıdır: “Cennet.” Bundan dolayı, kazancı dünyevi ölçülerle değerlendiren Ebu cehil “zenci bir köleyle beni bir tutan din olmaz olsun” diyerek hadiselerin kendi isyan penceresinden nasıl göründüğünü bizlere göstermiştir.

İnsan, tevhid dini ile fıtratına kulak vermeye çağrılmaktadır. Temiz fıtratına. Kendisini yaratanın, yaratıcının farkında olmaya davet edilmektedir. İnsana düşen, Allah’ın ipine sarılmak ve gönderdiği mesaja kulak vermektir. Kendisi gibi yaratılmış olan ve ilahlık taslayanların tamamını reddederek sadece Alemlerin Rabbine kulluk yapmak, insanı tüm prangalarından kurtarır, özgürleştirir.

İslam’ın esas aldığı temel konu budur. Sadece, yalnızca Allah’a kulluk yapmaya içten talip olmak, emin bir şekilde itaat etmeye hazır hale gelmek. Evet, bu yüreğe, bu zihniyete sahip mü’minlerin teşekkülüdür asıl ve esas amaç… Böyle fertler egemen olduklarında, toplumsal sorunlarına çözüm olacak değerleri zaten dinlerinden çıkaracaklardır. Adalet, merhamet, cömertlik ve güzel ahlak bu dinin temelidir. Bu temel değerler tesis edilirken önce Allah’ın hükmünün yerine getirilmesinin mutmainliği oluşur, sonra o hükümlerin sebep olduğu dünyevi intizam değerlendirilir. Ama ana eksen de Allah’ı razı etmek ve nimetlerine kavuşmak vardır.

Habeşistan hicreti sırasında Necaşi, sizin sorunuza benzer bir soruyu Hz.Ali’nin kardeşi Hz. Cafer’e sormuştu. İsterseniz O’nun cevapları ile sözlerimi bitireyim:

“Hz. Muhammed(a.s.)  bizi bir olan Allah’a ibadet etmeye davet diyor. Atalarımızın taptıkları putları terk etmemizi söylüyor.  Bize doğru söylemeyi, emanete ve akrabalık bağına riayet etmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, haramdan ve kan dökmekten sakınmayı bildiriyor. Fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadınlara iftira etmekten, gıybetten alıkoyuyor. Namazı, sadaka ve ihsana, oruca davet ediyor.”

İşte bu değerlere teslim olmuş fertlerin sayısının artması, tabii ki bir topluma adalet, nizam, esenlik, barış ve sükûnet olarak yansıyacaktır.

AK Parti’nin çıkardığı başörtüsü yasasıyla ilgili görüşleriniz nelerdir? Sizce AK Parti hükümeti başörtüsü yasağını kaldırabilecek mi?

Çıkarılan yasalar ve mahiyetlerinden söz etmeden önce, önemli bir hakikati hatırlatmak istiyorum. Allah ve Rasulünün, biz müminler için belirlediği açık bir emri yerine getirirken, birilerinin izin ve müsaadesinin sorulması asla söz konusu olamaz. Çünkü Müslümanlar, sadece Allah’a teslim olmuş kullardır. Bu sebeple ilahi emirlere itaati yerine getirirken, hiçbir dünyevi çıkar ve kazanımdan dolayı erteleme veya iptal etme düşüncesine kapılmazlar. Bu şablon, tesettür emri içinde geçerlidir. İbadetlerimizin tartışma konusu olması, referanduma sunulması gibi teklifler çok rahatsız edicidir. Herhangi bir politik yapının, başörtüsü konusunda ileri geri hamleler yapması, biz müminlerin tesettüre olan sadakatlerini değiştirmez. Yaşadığımız zaman diliminde, imanımızın gereği olan ibadetlere yönelik yasaklara karşı koymak da imani bir görevdir. İman ispat ister. Fedakârlık ister. Bizden, öncekilerin çektikleri başımıza geldiğinde, sabır ve kararlılık ister. Firavunların, Nemrutların zulmüne karşı, Musa azmi, İbrahim sadakati ister. Onlardan himmet dileyerek zillete düşmeyi değil.

Mevcut yasalar içerisinde bu durumu değerlendirdiğimizde ise, AK Parti’nin anayasada olmayan bir yasak türettiğini söyleyebiliriz. Şu anda ilköğretimde başörtüsünü yasaklayıcı maddeler gündeme alınmıştır. Kamusal alanda, başörtülü çalışmanın önüne geçen yasalar düzenlenmektedir. YÖK kanununun 17. maddesinde, örtünün takış şeklinin detaylarını belirleyen, sınırlayan değişiklikler üzerinde tartışılmaktadır.

Sadece Başörtüsü Tesettür Değildir

Tekbir giyim geçtiğimiz günlerde başörtüsü defilesi düzenledi. Tekbir giyimin başörtüsünün içini boşalttığına, manasına zarar verdiğine dair eleştiriler var. Siz bu konu hakkında neler düşünüyorsunuz?

Bir kere, bu tür defilelerle tesettür anlayışının, hiçbir yakınlığının olmadığını söylemek gerekir.  Ama önce, bu sürece nasıl gelindiğini bir hatırlayalım.

Türkiye’de muhafazakâr burjuva, Refah partisinin en güçlü olduğu dönemlerde ortaya çıkmaya başladı. Çırağan sarayında gerçekleşen düğünler, parti kadınlar komisyonlarının bir tebliğ aracı olarak seçtikleri defileler, gencecik lider çocuklarının altlarında ki Mercedes otomobiller, bu sürecin başlangıç sinyallerini vermekteydi. AK Parti  iktidarı ile bu hayat tarzı zirve yapmıştır. Artık genç kızlarımız, günümüz lider eşlerinin kıyafet şeklini ve yaşam biçimini model almaktadır.

Bu kıyafet ve defileleri, İslam ve onun ön gördüğü örtüyle açıklamak doğru olmaz. Çünkü tesettür bir hayat tarzıdır. Sadece başörtüsü tesettür değildir. Tesettür, örtünmekten yürüyüşe, konuşma şeklinden bakışlara kadar, her türlü davranışı kontrol eden ilahi bir teslimiyettir. Cazibe ve dişiliğin sokağa yansımasının önüne geçmeyi murad eder. Sergilenen defile, kapitalizmin kadının onurunu ayaklar altına alan, onu sergideki mal konumuna sokan anlayışının bir yansımasıdır. Defilenin, mankenlerin giydiği kıyafetlerden tutun da, önce namazda Kabe’ye yönelmiş yüzlerini, işveli yürüyüşleriyle mankenlere çeviren erkeklere kadar hiçbir İslami yönü bulunmamaktadır. Evlatlarımıza kötü örnek olması tehlikesini peşinden getirmektedir. Bu deformasyona karşı, mümine ablalara, annelere çok iş düşmektedir. Eskiden Tekbir dendiğinde Allah-u Ekber akla gelirdi. Ama şimdi ki evlatlarımız için, ucube kıyafetler üreten ve bunları mankenlerle sergileten bir firma akla gelmektedir.

Bir de, bu tür cüretkâr hadiselerin, Müslümanların tepkisizliğinden cesaret aldığını da hatırlatmak istiyorum. Defile sonrası, bırakın tepki göstermeyi, İslami kesimin rağbet gösterdiği gazete ve T.V’ler, olayı normal bir hadise gibi geçiştirmişlerdir.

Kendilerini STK’larla İfade Edenlerin “LA’sı” Sınırlı Olmaktadır

Son yıllarda, İslami cemaatler STK’laşmaya  başladı. Her gurup kendini bir sivil toplum örgütünün bünyesinde ifade ediyor. İslami cemaatlerin STK’laşması hakkındaki fikirlerinizi öğrenebilir miyiz?

STK anlayışının dünyanın birçok yerinde bilinçli olarak öne çıkarıldığını ve yayıldığını düşünüyorum. Bu yapılanma, küresel projelerin bir parçasıdır. Emperyalist zihniyet, dünyanın birçok yerinde ki hesaplarını bu kuruluşlar eliyle gerçekleştirmek istemektedir. Son Gürcistan ve Ukrayna devrimlerini bu çalışmalara örnek olarak gösterebiliriz. STK’lar sayesinde toplumlar, özellikle Müslüman toplumlar, açık, şeffaf ve bu şekilde yönlendirilmeye kolay bir hale getirilmek istenmektedir.

Halkı Müslüman olan ülkelerde yürütülen Sivil toplum yapılanmalarının, ılımlı İslam projesine hizmet eden ciddi etkenler olduğuna inanıyorum. Bu bilinçli yürütülen bir projedir. Müslümanlar, cemaatleşmeyi terk ederek bu projeye kolayca yem olmuşlardır.  Nebiler ve takipçileri muvahhidler, bulundukları cahiliyeye kesin bir “La” diyorlardı. Kendilerini STK’larla ifade edenlerin “La’sı” sınırlı olmaktadır. Çünkü denetim ve kontrol “La” denmesi gereken egemenlere aittir.

STK’laşma ile cemaat anlayışı yitirilmiştir. Cemaatler, evler ve Darul Erkam’ların teşekkülü terk edilmiştir. Cemaatler, kayıtlarının devlet tarafından tutulduğu, denetlendiği, hareket alanlarının belirlendiği tabelalı yapılara dönüşmüştür. Müslümanların yakınlarıyla, komşularıyla, çevresiyle gerçekleştirdiği sıcak irşad çalışmaları iptal olmuştur. Bu çalışmalar yerini, kürsülerden verilen kuru akademik bilgilere bırakmıştır. Darul Erkam’da bu yoktur. Birebir muhatabıyla ilgilenmek, gözlerinin içine bakmak, yüreğinde ki derdi ona aktarmak, sıkıntılarını sormak, irtibatı devam ettirmek, örnek olmak, model olmak vardır. STK’ların çalışmalarında ise, hatip konuşur ve gider. Dinleyici dinler ve dağılır.

Tüm bunlarla beraber, sivil toplum modelinin etkin olmasıyla, Müslümanların öncelikleri, müfredatı, metod ve kullandıkları literatür de değişmiştir. Çalışmaları, dar faaliyet alanlarına hapsedilmiştir. Ayrıca, ibadet için varolma hakikati, STK’laşma sonucu, STK için varolma telikesini de peşinden getirmektedir.

sutunhaber.com Mayıs/2008


Comments are closed.