İslami Yöneliş Sitesine Verdiğimiz Röportaj
Hasbihal,Vuslat ve Haksöz dergilerinde yazıları yayınlanan Araştırmacı-Yazar Hamza Er’le, Kudüs Davası merkezli bir söyleşi gerçekleştirdik. Her ne kadar Kudüs eksenli bir söyleşi de olsa, İslam kardeşliği ve yozlaştırılan tesettür anlayışıyla ilgili sorduğumuz sorulara da cevap bulmaya çalıştık. Hamza Er’le gerçekleştirdiğimiz bu röportajın siz okuyucularımıza önemli katkılar sağlamasını temenni ederiz.
www.islamiyönelis.com
İslami Yöneliş: Hocam sizinle KUDÜS’ü konuşacağız. Fakat KUDÜS’ü konuşmadan önce insan kavramı üzerinde durmamız gerektiğini düşünüyorum. İnsan kavramından Kudüs davasına ilişkin bir giriş yapabilir misiniz?
Hamza ER : İnsan fıtrat olarak hak üzere yaratılmıştır. Doğruya, adalete meyilli bir potansiyele sahiptir. Bu potansiyelini kullananlar, Allah(c.c.)’ın Resulleri vasıtasıyla gönderdiği vahyi de benimsediklerinde hidayete ulaşırlar. Çünkü içlerinde ki birleme yönü, adaletten yana olma dürtüleri onları bir arayışa götürür ve vahiyle buluşturur. İnsanın sadece hak fıtratı ile baş başa bırakılmaması, vahy’le desteklenmesi, Allah(c.c.)’ın rahmetinin bir göstergesidir. Bu sese kulak verenler, emin olan, kendilerinden emin olunanlardır. Kurtuluşa doğru adım atanlardır.
Fakat Meleklerden farklı olarak kendisine irade verilmesi, insanın, tüm bu açık beyanlara rağmen reddetme, isyan etme, zalim olma tercihlerini de seçebilme imkanını doğurur. Zaten imtihanda bu iradeden dolayı anlam kazanır. İki tercih vardır; inanmak veya isyan etmek, Hak veya batıl.
İmanı reddederek batıla tabi olanlar farklı gerekçeler ile bu daireye dahil olmuşlardır. Sahip oldukları dünyevi statünün kaybedilmesi korkusu, mal ve zenginliğe olan bağlılık, ırkının üstünlüğü ile övünme, şehvetinin sapık arzularından vazgeçmeme ve kendisi dışında ki insanları köleleştirme gibi…
Bu kısa açıklamadan sonra, konuyu fazla uzatmadan Kudüs davası ile ilişkilendirdiğimizde, Yahudilerin yukarıda saymış olduğumuz gerekçelerin bir veya bir kaçına sahip olduklarını söyleyebiliriz. Irklarının üstünlüğüne inanmaları, yeryüzüne egemen olma ülküsü, zalimane tavırlarında inat ve ısrar etme sonucunu doğurmuştur. Bu, insanın batılı seçtiği taktirde sebep olduğu ifsadın bir göstergesidir.
Peki İmanı seçen insan için ne ifade eder Kudüs davası? İmanı seçen bir insan imar etme, ıslah etme vasfını kullanmalıdır. Islahın önünde ki engellerin bertaraf edilmesi için cihad etmelidir. Bunu Allah(c.c.)’a karşı sorumlu olduğu bilinciyle gerçekleştirmelidir. İnancına düşman olan siyonizmin karşısında olmalıdır. Vahy’le irtibatını güçlendirmeli, Allah(c.c.)’ın mescidlerinin muvahhidlerin kontrolünde olması gerektiğini bilmelidir. Ve çevresi Allah(c.c.) tarafından mübarek kılınan Aksa Mescidinin de, aynı hassasiyetle müşriklerden temizlenmesi için çalışmalıdır.
-Toprakları gasp edilmiş ve bununla birlikte zulme uğrayan bir halk var ortada. Ve bunu gerçekleştiren, haksız bir şekilde gasp ettikleri topraklar üzerinde yaşamını sürdüren rejim. Bu bağlamda, tarihin her döneminde kargaşa çıkarmış, Peygamberlerine zulmetmiş bu Yahudi zihniyetine Müslüman bir topluluk olarak yaklaşımımız ve bakışımız nasıl olmalıdır?
– Peygamberlerini sürmüş, şehid etmiş bir topluluktur yahudiler. Her dönem fitne ve bozgunculuk çıkarmışlardır. Müslümanlar olarak onlarla nasıl bir ilişki içerisinde olacağımız kitabımızda bildirilmiş ve Resulün örnekliği ile bizlere ulaşmıştır. Fakat bu ilişkileri belirleyen şartlar ve koşulları doğru tahlil etmek gerekir. Detaylara girmeden bugünkü koşullarda nasıl davranmalıyız ona geçmek istiyorum.
Mescidi Aksa, Allah(c.c.) tarafından çevresi mübarek kılınan, Resullullah(s.a.s.) ve ashabının yönelerek namaz kıldığı ilk kıblemiz ve miraç mucizesinin gerçekleştiği mukaddes bir bölgedir. Peygamberimizin ibadet edilmek üzere seyahat edilmesi gerektiğini söylediği üç mescidden birisidir. Bunlardan diğerleri Mescidi Haram ve Mescidi Nebevi’dir. Ve Allah(c.c.), mescidlerimizi muvahhid ellerin imar edebileceğini, temiz insanların kontrolünde olması gerektiğini vurgulamıştır.
Bugün bu mukaddes belde siyonistler tarafından işgal edilmiştir. O bölgenin, Müslümanları, insanları katledilmekte, işkence ve sürgünlere muhatap olmaktadır. Yahudiler bu işgal ve katliamları, tahrif edilmiş kitaplarına göre ibadet şuuru ile yapmaktadırlar. Hahamlarının fetvalarını uygulamaktadırlar. Bu fetva çocukların öldürülmesini içerse bile…
Bizim siyonistlere tavrımız ve bakışımız ise bu sonuçları görebildikten sonra zaten nettir. Herhangi bir dostluk bağı oluşturamayız. Davalarına kan pompalayan şirket ve işyerleri ile ilişkiler kuramayız. Alış veriş yapamayız. Onlar bu hal üzere oldukları müddetçe bizim düşmanımızdır. Ve o topraklarda ki egemenlikleri sona erinceye kadar can güvenlikleri de olmayacaktır.
Saf ikidir; birincisi işgal eden ve onunla dostluk tutanlar, diğeri ise bunu kabullenmeyip işgali bertaraf edebilmek için cihad edenler.
-Filistin’de, el-Fetih ve Hamas örgütleri için “Müslümanlar birbirlerine silahlarını doğrultuyor, kardeş kavgası yapıyorlar, kardeş kanı dökülüyor”, gibi sözler sarf edilmekte. Bildiğiniz gibi, “Müslüman müslümanın kardeşidir.Müslüman müslüman kardeşine zulmetmez. Müslüman müslüman kardeşini düşmanın eline terk etmez” hadisi çerçevesinde Peygamberimiz(s.a.s) bizlere kardeş kavramını açıklamıştır. Bizler bugün Filistin’de “kardeş” kavramını nasıl algılayacağız?
-Sadece Filistin’de değil, tüm yeryüzünde İslam kardeşliği derken neyi anlamamız gerektiğini önce ortaya koymamız gerekmektedir. Neyin kardeşliği? İslam Kardeşliği… Peki hangi İslam? Allah(c.c.)’ın belirlediği ve sınırlarını çizdiği din olan İslam…
Bugün Allah(c.c.)’a tam teslim olmadan, hayata Rabbimizin bakmamızı istediği yerden bakabilmeyi benimsememiş, Allah(c.c.) ve Resulünün verdiği hükme kayıtsız şartsız itaat etmesi gerektiğinden rahatsız olan insanlar değildir Müslümanlar. Canları ne isterse yapıp, her aklına geleni, bir ölçüye göre değerlendirmeden yapan, isimleri hans ve mary’den hiçbir farkı olmayan insanlar değildir Müslümanlar.
Hayatının, ibadetlerinin ve ölümünün sadece Allah(c.c.) için olması gerektiğine iman etmiş, boyun bükmüş ve yalnız bu teslimiyetle mutmain olmuş yüreklerin sahibidir Müslümanlar. Dostluk kuracaklarını, sevgi besleyeceklerini Allah(c.c.)’a göre belirlemeye talip olmuş kişilerdir Müslümanlar. Öfkelerini, tepkilerini, birlik olup karşı koymaları gerekenleri, dostlukları yasaklananlardan uzak durmaları gerektiğini yine o ilahi ölçüden alanlardır Müslümanlar. Fitnenin bertaraf olup dinin sadece Allah(c.c.)’a has kılınabilmesi için plan, program ve çalışmalar yapan ve bu hedefe yine ilahi metotlar kullanarak ulaşılması gerektiğini benimsemiş, derdi dini olanlardır Müslümanlar.
İşte bizler bugün Müslüman kardeşlik hukukunu gündeme getirirken, kardeş çatışması ifadelerini kullanırken, önce Müslüman tanımını aklımıza getirmeliyiz.
Beldeleri işgal edip, oranın insanlarını çocuk, kadın, genç, yaşlı demeden katledenlerle gülücüklü fotoğraf karelerinde yer alanlar, asla kardeş statüsünde değerlendirilemez. İşgal edilen beldelere muhtar olabilmek için, önlerine atılmış kemiği sıyırmaya razı olanların işgalcilerden bir farkı yoktur. Sadece o bölgenin insanı olduklarından gerçekleri görerek tövbe etmeye daha yakındırlar diyebiliriz. Bu kişiler işgalcilerle birlikte olup Müslümanlara saldırıyorken, Mücahidlerin göstermiş olduğu tepki asla kardeş çatışması olarak gündeme getirilemez.
Saf gene ikidir. Birincisi işgal eden ve onunla dostluk tutanlar, öbürü ise bunu kabullenmeyerek işgali bertaraf edebilmek için cihad edenler. Bu çok net olan şablonu, bugün hem Filistin, hem Irak, hem Afganistan, hem de Çeçenistan için kullandığımızda, işgalci güçler ve onların atamış olduğu kukla idarecilerin, işbirlikçilerin aynı safta olduklarını görebilmeliyiz. Yani Abbas, Karzai, Maliki, Talabani ve Kadirov, halkına ihanet eden, işgalin getirdiği kazanımlardan istifade etmeyi amaçlayan sınıftadır. Diğer saf zaten bellidir. Küfrü dost tutmayı reddetmiş, Mücahidler…
Anlattıklarımızı Filistin özelinde toparlayacak olursak, Siyonistlerin hesaplarına hizmet edecek faaliyetlerde bulunan, İslami direnişin bertaraf olması için kirli ilişkilere giren, İslami hareket fertlerini Siyonist zindanlarını aratmayacak bir şekilde tutsak eden ve işkenceye tabi tutanlar, İslami kardeşlik hukuku ile kendilerine yaklaşılma hakkını kaybetmişlerdir.
-Peygamberimiz(s.a.s.), Abdullah bin selül’ün Müslüman olmayıp bir münafık olduğunu biliyordu. Fakat, O’nu öldürüp bu fitneyi ortadan kaldırmak yerine “Ben, ‘Muhammed ümmetini öldürüyor dedirtmem’” diyerek beklemeyi tercih etti. HAMAS’ın, el-Fetih işbirlikçilerine karşı Peygamber efendimizin bu metodunu uyguladığını söyleyebilir miyiz?
-Filistin’de İslami hareket HAMAS yıllarca bu yöntemi benimsedi. Kardeş kardeşi vuruyor denmemesi için çok dengeli bir siyaset güttü. Tek bir hedefe odaklanılması için çaba harcadı. O’da işgalci siyonistlerdi. Siyonistlerinde çok istediği ve zaman zaman kışkırttığı iç çatışma hadiseleri yaşanmadı. İsrail’in yaptığı katliamların perdelenmemesi ve dünya kamuoyunda mağduriyet etkisinin kaybedilmemesi için çok uğraşıldı. Ancak son dönemde yaşananlara baktığımızda mızrağın çuvala sığmadığını söyleyebiliriz. HAMAS’a ait olan içişleri bakanlığının birliklerine taciz saldırılarının düzenlenmesi, Gazze’de içişleri binasında ele geçirilen istihbarat belgelerinde ki bazı hakikatler, devlet başkanının özel güvenlik danışmanı olan Dahlan ve ekibinin gerçekleştirdiği işkencelerin ortaya çıkması, Gazze’de gerçekleştirilen temizliğin haklılığını ortaya koymuştur. Ama bu temizlik asla, dünya kamuoyunda belirtildiği gibi iç çatışma ve kardeş vuruşması olarak değerlendirilmemelidir.
Eli ayağı tutan bir çok kişi varken, bu onurlu mücadelenin ateşini yakmak Şeyh Ahmed Yasin’e nasip olmuş, sabrına karşılık ödüllendirilmiştir.
-Şehid Şeyh Ahmet Yasin’in KUDÜS davasına ne gibi katkısı olmuştur?
-Bir kere Şehid Şeyh Ahmed Yasin bir denge unsuruydu. “Kurşun atan olacağımıza kurşun yiyen olmayı tercih ederiz” diyerek Filistin’de tüm tepki ve eylemlerin Siyonistlere karşı yapılması gerektiği konusunda çalışıyordu. HAMAS’ı, Filistinlileri birbirlerine kırdırma fitnesinden uzak tutmayı başarmış, siyonizme karşı tek saf olabilmeyi sağlamıştır.
Son sorunuzdan yola çıkarak aktardığımız bu kazanımın dışında bir kere Şehid Şeyh Ahmed Yasin, işgal edilen topraklarda umutsuzluk havasını dağıtan, Filistinlileri direniş konusunda organize eden, motive eden büyük bir ilim ve hareket adamıdır. Siyonist işgale karşı oluşan tepkiyi İslami bir kulvara oturtarak bugünlere gelmesini sağlayan gerçek bir direniş öğretmenidir. İftihar ettiğimiz HAMAS’ın kuruculuğunu yapan, 1987 ve 2000 intifadalarının mimarı olan Şehid Yasin’in öğrettikleri sadece Kudüs davası ve Filistin halkına yönelik değildir. Tüm dünya Müslümanlarına, bizlere ispatladıkları vardır. 15 yaşında felç olan, vücudunun tamamına yakınını oynatamayan bir insanın özürlü olmadığını, gerçek özrün, tüm fiziksel özelliklerini kullanabilmesine rağmen kalbini, zihnini körleştiren, kulluk bilincinin farkına varamayanlar olduğunu ispatlamıştır.
Başımıza gelen her türlü musibeti, sabır ve ibadetler ile karşılamamız gerektiğini ortaya koymuştur. Milyonlarca eli ayağı tutan kişi varken bu onurlu mücadelenin ateşini yakmak ona nasip olmuş, adeta bu şekilde Allah(c.c.) tarafından sabrına karşılık dünyada ödüllendirilmiş ve şehadetle ebedi saadete inşallah kavuşmuştur.
Ömrünün uzunca bir senesi zindanlarda geçen şeyh Ahmed Yasin’in, hayatının bu yönüyle bile öğretmenliğe devam etmesinin altını çizmek istiyorum. Ne öğretmiştir şehid Yasin; izzeti, onuru öğretmiştir. Adam gibi duruşu öğretmiştir. O hasta bedenine rağmen, Kudüs davasını satma anlamına gelecek olan her türlü teklifi reddetmiştir. “Benim için hapiste 100 yıl kalmak, karşılığında bir takım tavizler vererek çıkmaktan iyidir.” sözü bu kararlılığını anlatmak için yeterlidir.
-Siyonizm ve ırkçılık; bu iki kavramın birbiriyle bağlantısını anlatır mısınız?
-Siyonizm, İsrailoğulları’nın dünya egemenliğini kurmak, Yahudiler dışındaki tüm insanları yahudilere köle yapmak ve vaat edilen toprakları elde etmek için uygulamaya koydukları projenin adıdır. Siyonistler seçilmiş bir millet olduklarına, diğer insanların kendilerine hizmet etmek için yaratılıklarına inanmaktadırlar. Vaat edilmiş topraklarda kuracakları devletin, büyük krallığın merkezi ve idare yeri olacağını ibadet şuuru ile kabul ederler. Yahudiliğin tanımında millet ve inanç kavramları iç içe girmiştir. İkisi yerine de kullanılmaktadır. Bir soy olarak kabul edildiğine işaret eden inanışlar mevcuttur. Sonradan Yahudi olunamayacağı, Yahudi anadan doğmakla soyun devam edeceği gibi…
Kişinin kendi iradesiyle seçemediği ırk ve soy bağından dolayı, bir övünç ve üstünlük iddia etmesi demek olan ırkçı anlayış ile Yahudilerin diğer insanlardan üstün olduğuna inanan anlayış eştir. Tarih boyu ırkçılığın atası iblistir. O ateşten yaratıldığını iddia ederek, topraktan yaratılan Adem’den üstün olduğunu iddia etmişti. Irk ve soy bağını üstünlük ölçüsü görenlerin, kimin safında olduklarını bu hakikatten yola çıkarak daha iyi görmemiz gerekir.
-İsrail rejiminin gasp ettiği topraklar üzerinde kuruluşunu ilan etmesi, Müslümanlar için en büyük utanç duvarıydı diyebilir miyiz?
– Tabii ki büyük bir utançtır. Nüfusu ondört milyonu geçmeyen Yahudilerin, kelle hesabına göre birbuçuk milyar olarak tanımlanan İslam alemine rağmen böyle bir işgali gerçekleştirmesi utanç olarak yeter. Buradan az önce bahsettiğim bir hakikati tekrar hatırlatmak istiyorum. İman edenlerin sayısı kelle veya kimlik kartı hesabına göre belirlenemez. Allah(c.c.)’a karşı kulluk sorumluluğunun farkında olan, gerçek manada iman etmiş, tam teslim olmuş yüreklerin sayısı, değil birbuçuk milyar, yüzelli milyon olsa böyle bir ur İslam coğrafyasının beyninde yer alamazdı.
Hazırlayacağımız Filistin ve işgali gösteren detaylı haritalarla insanımızın coğrafi yetersizliğini giderebiliriz.
-Bu utanç duvarının yıkılması için, başta Türkiye’deki mümin kardeşlerimizin ve dünya üzerindeki Müslüman halkların neler yapması gerekir?
– Kudüs davası için yapabileceğimiz çok şey var. Bunları, tebliğ ve bilinçlendirme çalışmaları, ekonomik tavır ve mali destek olarak kategorize edebiliriz. Önce Filistin topraklarının işgal edilmesinin bir Arap ve Filistin meselesi olmadığının zihinlerde yer etmesi gerekiyor. O toprakların Müslümanlar için neden önemli ve değerli olduğunu anlatacak görsel ve yazılı çalışmaların dağıtılmasına hız vermeliyiz. Bölgenin haritasını, işgali aşama aşama gösterecek bir şekilde hazırlamalı ve tebliğimizi bunun üzerinden gerçekleştirmeliyiz. Saatlerce anlatılanlardan daha etkili olacağına inanıyorum. İnsanımızın harita bilgisi oldukça zayıf. Orada ki mücadeleyi iki ülke arasında ki savaş gibi görüyor ve haber bültenlerinden savaş filmi gibi izleyip geçiyor. Bu coğrafya zaafını hazırlayacağımız detaylı haritalarla giderebiliriz. Bunun yanında fotoğraf sergileri, bilgilendirici toplantılar ve geceler ihmal edilmemelidir. Bu davaya gönül vermiş, ömrünü Kudüs davasına adamış isimlerin, yüreklerinde ki samimiyeti halka aktarabileceği ortamlar oluşturmalıyız.
Ekonomik tavır olarak ifade ettiğim çalışmadan da kastettiğim boykottur. Bugün, Kudüs gönüllüsü yayınlarda tasnif edilen Yahudi şirketlerinin mallarını kullanmamalı, kullanılmaması için yoğun propaganda yapmalıyız. Değil deterjanı sabunu, bugün cebinde ki yahudi sermayesi sigarasından ve hasılatını siyonistlere payeden kola’dan vazgeçemeyen Müslümanlar olduğu müddetçe, işimizin ne kadar zor ve bir o kadar da çok olduğunu anlamalıyız. “Bir tek benden ne olur” diyenlerde, Hz. İbrahim’i yakacak olan ateşi söndürmeye giden serçenin hikayesinde geçtiği gibi “safımız belli olsun” hassasiyetinin taşınmasını sağlamalıyız.
Bir de mali destekten söz etmiştik. Mali desteğin ekonomik tavırdan farkı, ekonomik tavırda siyonistlere para gitmesini önleme endişesi yatar. Mali destek ise işgali bertaraf etmek için cihad eden oluşumlara yardım etmeyi kapsar. Bu destek, batı ülkeleri tarafından Filistin’e uygulanan boykottan dolayı zor durumda olan halkı ferahlatacak ekonomik katkıların sağlanmasıdır.
Yani istedikten sonra yapacak çok şey var. Yeter ki bir şeyler yapabilmenin zorunlu olduğuna insanlar inansın, yüreklerinde bunu dert etsin, inşaalah ondan sonrası zaten gelecektir.
Kudüs, hiçbir devlet ve mezhebin tekeline alamayacağı kadar evrensel bir davadır.
-İran İslam devletinin, KUDÜS ve Filistin davası için önemini anlatır mısınız? İran için bu davayı besleyen birinci el denilebilir mi?
-İran, bölgede, israil’in siyonist planlarının gerçekleşmesinin önünde ciddi bir engel olarak durmaktadır. Ülkede okunan her cuma hutbesinde İsrail ve Amerika karşıtı ifadelerin net bir şekilde yer alması, halkın antisiyonist bir bilince sahip olmasını pekiştirmektedir. Ayrıca, ülkenin kuruluş yıldönümü kutlamalarının, halkın İsrail’e duyduğu öfkenin devam edeceğinin beyatı şeklinde geçtiğini görmekteyiz. Halkıyla, yönetimiyle, ordusuyla, israilin haritadan silinmesini arzu eden bir ülkenin sadece varlığı, israil’in hain emellerinde caydırıcı ve geciktirici bir rol oynamaktadır.
Bunun dışında İran’ın, askeri ve ekonomik anlamda Filistin İslami hareketlerine yaptığı destekler bilinmektedir. İşgalci israilin işgal ettiği toprakların Lübnan sınırında Hizbullah cephesinin kurulmasının da Filistin İslami hareketlerine nefes aldırdığı aşikardır. Özellikle son Gazze kuşatmasında daralan mücahitleri Hizbullah’ın hamlesinin rahatlattığını hatırlarsak sorunuzun cevabı daha bir netlik kazanır.
Tüm bu katkıları anlatırken, Filistin İslami cihad hareketinin kurulmasında ve lideri şehit Fethi Şikaki’nin düşünce oluşumunda İran İslam inkılabı ve Humeyni’nin etkisini belirtmeden geçemeyiz. Hasan el Benna, Seyyid Kutub, İzettin Kassam gibi Humeyni de, şehit Şikaki ve İslami Cihad örgütünde derin izler bırakmıştır.
Humeyni’nin her Ramazan ayının son Cuma günü kutlanmasını miras bıraktığı Kudüs günü, dünya Müslümanlarının Kudüs bilincine sahip olmasında ciddi kazanımlar sağlamıştır. Böylece Kudüs davasının bir Filistin sorunu olmadığı, dünya Müslümanlarının dert etmesi gereken evrensel bir dava olduğu anlaşılmaya başlamıştır.
İran’ın bölgede anti siyonist ve anti emperyalist bir ülke olması ve ülke siyasetini bu zemin üzerinden yürütmesi, Kudüs davasına yaptığı katkıların somut bir şekilde görünmesini sağlıyor. Arap ülkelerinin ve Türkiye’nin egemen idarecilerinin, israil ve Amerika ile dostane ilişkiler içerisinde olarak defalarca Kudüs davasına ihanet edecek kararlar almaları, bu ülkelerde yaşayan muvahhid fertlerin ve cemiyetlerin Kudüs fedakarlıklarının yekun olarak gözükmesine engel olmaktadır. Mesela Mısır’da tağuti bir diktatörlük hakimdir. Ancak Filistin İslami hareketinin(Hamas) oluşumunda, Mısır idaresinin de karşısında olan İhvanı Müslimin cemiyetinin rolü büyük olmuştur. Ama biz bu faydayı, “Mısır Filistin’e yardım etti” şeklinde ifade edemiyoruz.
Kudüs davası ümmetin sorunudur. Hiçbir devlet ve mezhebin tekeline alamayacağı kadar evrensel bir davadır. Kudüslülük kimliğini benimsemiş tüm Müslümanların sorunudur. Allah(c.c.) israil’i haritadan silmeye yönelik gerçekleşen tüm çalışmaların yardımcısı olsun.
Sanal cemaatçikler, yanlış yönlendirme ve sapmalara kapı aralamaya çok açıktır.
-Vahdet çağrıları yapan oluşumlara, “çığırtkanlık yapıyorlar” diyenlere şahit olduk. Bu oluşumların amacının, mezhebini yaymak olduğu şeklinde iftira boyutuna varan iddialar ortaya atılmakta. Bu iddialar, İslam davasının içinde bildiğimiz bazı kişilerce yapılıyor. Sizin bu konuda ki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
-Hepimizin öğrenmesi gereken çok şey var vahdet konusunda. Bugün bırakın farklı ırklara mensup Müslümanların birlikteliğini, aynı mahallede, aynı vilayette yaşayan Müslümanlar birbirleri ile bir araya gelemiyor ve çatışıyorsa, başımızı ellerimizin arasına alıp düşünmemiz gerekir.
İnsanları vahdete çağıranların birleşme zeminlerini net bir şekilde ortaya koymaları gerekir. Bunu ortaya koyamadıkları müddetçe belirttiğiniz ithamlarla anılmaktan kurtulamazlar. İnanın bizleri bir arada tutacak o kadar müşterek nokta var ki… Yeter ki bunları net ortaya koyalım. Niyetimizi, sıkıntımızı, taleplerimizi kardeşlerimizle paylaşalım.
Bu niyet ve talepleri müstakil bir konu olarak başka zaman açma sözü vererek, gene sorunuzla ilgili olarak, günümüzde birlikteliğimize zarar veren etkenlerin başka bir boyutuna geçmek istiyorum.
Kurt puslu ortamı sever. Bugün sanal alemin bulanıklığı bırakın vahdeti, geçmişteki muhabbetleri, sevgi ve saygıyı da bizlere kaybettirdi. Küçüğün büyüğü, talebenin hocasını, gençlerin tecrübeli ağabeylerini anlamadan, boylarından büyük laflar ettikleri ortamlar haline geldi. Çok açık bir şekilde şunu söyleyebilirim ki, hiçbir denetim ve kontrole tabi olmadan yazılan yazılar ve hazırlanan bir çok siteler Müslümanların arasına kin ve öfke tohumları ekmekten başka bir işe yaramamıştır. Ben muhatabımı görmek isterim. Gözünün içine bakmak, sesini duymak, mimiklerini gözlemlemek isterim. Hele vahdet, ittifak gibi büyük ideal ve amaçlarım varsa bunu ruhu olmayan, duyguyu yansıtmayan ve samimiyetleri ortaya koymayan sanal çalışmalar ile yürütmem. Çünkü gizemli kalarak, sanal ortamdan laf sallamaları ile birliktelik sağlanmaz, oluşmaz.
Tüm gençler ve kardeşlerime sesleniyorum, sanal ortam sizin besleneceğiniz ana ortam değildir. Çevrenizde muttaki, muvahhid, mücahid fertlerin halkalarında ilmi ve imanı iyi öğrenerek kuşanmalı, sanal ortamı bu doğrultuda sadece araştırma yapabileceğiniz bir yardımcı kaynak merkezi olarak görmelisiniz. Sanal cemaatçikler yanlış yönlendirme ve sapmalara kapı aralamaya çok açıktır. Fitne ve kin tohumları ekmeye müsaittir. Bugün İslam dünyasında ki bazı gelişmelerin, adeta amentüye dahil edilmesi ve insanların bu farklı amentüler etrafında kutuplaşması yüreğimi kanatmaktadır.
Tabi bu kutuplaşmalarda, öncülüğünün gereğini yerine getirmeyerek sorumsuzca ortamı gerginleştirenlerin de payı vardır. Bu toplumun önünde olan kişilere, (Allah(c.c.) muhafaza) kardeşinin kanını, namusunu kendine helal görecek kadar sapkınlaşan bireylerin oluşmasında ki katkılarının hesabını veremeyeceklerini hatırlatmak isterim. Kendini haklı çıkarmak için tartışmaları uzatan, yazı üstüne yazı yazan, tahrik edici üslup kullananların, muhatabının “öteki” olmasında ki katkısı büyüktür. Yani zorla insanlar tuhaf bir el ile, kimsenin anlayamadığı, göremediği bir el ile bir yerlere yönlendirilmekte ve kamplaşmaktadır.
-Vahyin davasına gönül vermiş kardeşlerimizin arasında da oluşan bu kamplaşmaların önüne geçebilmek için neler yapabiliriz?
-Kısaca şunları söyleyebilirim. Daha kuşatıcı bir dil kullanmalı, tahriklere kapılmadan soğuk kanlı kalabilmeli, İslam’ın ana müşterek unsurlarını bayraklaştırmalı, kendi farklı amel ve bireysel uygulamalarımızı ortak platformların konusu yapmamalıyız.
Sorunuzda çok güzel bir ifade kullandınız; “vahyin gösterdiği davaya gönül vermek” Esasında çözüm bu ifade de saklıdır. Gerçekten vahye tabi olan, teslim olan ve ona gönül verenler, ortak buluşma zeminine zaten kavuşmuştur. Kardeşlikte ancak bu zeminde gerçekleşebilir.
Başörtüsü tek başına tesettür emrinin karşılığı değildir.
-Size bir de, başörtüsü anlayışının uğradığı erozyonun nedenini sormak istiyorum. “Başörtüme özgürlük” şeklinde slogan atan ve meydanlarda ön saflarda duran bazı kardeşlerimizde dahi, Tevhidi olmayan bir örtünme şekli mevcut. Bunun başlıca sebepleri nelerdir? Ve bu durumu nasıl aşabiliriz?
-Bugün Allah(c.c.)’ın emri olan tesettür, hijab, sadece başörtüsüne, indirgenmiştir. Oysa ki başörtüsü tek başına tesettür emrini karşılayamaz. Yakaların üzerine atılması gereken başörtüsü ve dış elbise ile kadın ziynetlerini örtmelidir. Bu örtünün amacı dikkat çekmemek ve böylece korunmaktır. Giyim tarzından, örtünün rengine kadar bu ilahi muradı dikkate almak gerekir. Bu ilahi murad açıkken, sıkma başla başına bez bağlayanların dış elbisesiz halleri, tesettüre karşılık gelmez. Moda etkinliklerine dönüştürülen, vücut hatlarını belli eden, renk cümbüşlü örtü ve elbiseler de tesettür değildir.
Esasında hijab bir yaşam tarzıdır. Sadece örtü ile de iş bitmemektedir. Yürüyüşten oturmaya, konuşmaya kadar dikkat edilmesi gereken sınırlar vardır. “Örtüyü giydim dalarım ordunun içine” mantığı ne kadar doğrudur. Örtülüysem her yerde eğilirim, doğrulurum, koşarım, oynarım, yüzerim, anlayışı gibi… Kadın kendisine hak ettiği değeri veren Allah(c.c.)’ın sınırlarını zorlamamalıdır. Tabi sorunuz kadın ve örtü olduğu için cümleyi böyle kurdum. Yoksa insanlar, kadını ve erkeği ile Allah(c.c.)’ın çizdiği sınırları gözetmek zorundadır.
Başörtüsü eylemlerinde de ideal bir örtünme şekline sahip olmayan kimseler yer almış olabilir. Bu bizleri şaşırtmamalıdır. Çünkü orada ki insanlarda bu cahiliye toplumunda yaşamaktadır. Ve cahiliyenin tüm kurumlarının kuşatılmışlığına onlarda maruz kalmaktadır. Bizim tebliğ ve ikaz faaliyetlerimiz tüm insanlar gibi onlar için de geçerlidir. Gerek modernizmin, gerek feminizmin, gerek kapitalizmin rüzgarı bu hanım kardeşlerimizi de etkilemiştir. Onların bu etkilerden sıyrılarak vahye tabi olma bilincine ulaşmaları da bizim vazgeçilmez görevlerimizdendir. İnsanların karşısına doğru örnekliklerle çıkmamız gerekir. Unutmayalım ki, ideal olanı bizzat uygular ve yaygınlaştırırsak, tebliğimizde ki ilk ciddi adımı da atmış oluruz.