İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı – İLKAV tarafından düzenlenen, “Türkiye’de ve Bölgede Demokratikleşme Süreci ve Müslümanlar” paneli 11 Mart 2012 Pazar günü Ankara Kocatepe Kültür Merkezi Konferans Salonunda büyük bir katılımla gerçekleştirildi. Panelde, Ankara Genç Birikim Dergisinden Ali Kaçar, Vahdet Vakfı’ından Hüsnü Aktaş, İLKAV’dan Mehmet Pamak’la beraber bizim de bir sunumumuz oldu. Panelde gerçekleştirdiğimiz sunumu sizlerle paylaşıyoruz.
I- Giriş:
Kavramlar kendi üretildiği koşulların, şartların bir ürünüdür. Tarihi arka plan, onu doğuran etkenler ve o kavramları tanımlayan fikir babalarının metinlerini göz ardı ederek kavramlara yeni içerikler kazandırmaya çalışmak anlamsız olup yanıltıcı sonuçlar doğurur.
Marksizm, Laiklik, Demokrasi, sekülerizm gibi kavramların sahipleri, o kavramlara anlam yükleyen ideologlarıdır. Bu kavramlara tarihi tecrübelerinden yola çıkarak gömlek biçen ideologları yok sayıp, “bence Marksizm” şöyledir, “bence Demokrasi” böyledir yaklaşımları komik ve anlamsız kalmaktadır.
Tarihinde Avrupa’nın yaşadığı tecrübeyi geçirmemiş, o döneme ait sorunlarla karşılaşmamış Müslüman toplumlara demokratik modeller üretmek, kişiye ölçüsüz, provasız elbise biçmek gibidir. Ve bu elbise sahibini sürekli rahatsız edecektir.
Feodaliteyi, kilise zulmünü yaşamamış, muharref Hristiyanlıkla asla irtibatlandırılamayacak olan İslam’ı kabul etmiş Müslüman toplumlara, benmerkezciliği, insanın tanrı karşısında mutlak bağımsızlığını da içine alan sınırsız özgürlüğü, aklın kutsanması gerektiğini ve tüm bu sonuçları bir kazanç olarak görmesini nasıl izah edebilirsiniz.
Ama maalesef, Müslümanların içerisinde bulunduğu yenilmişlik psikolojisi, onları, yeryüzünü sömürerek elde ettiği maddi kalkınmayla toplumlarına müreffeh ve rahat bir hayatı yaşatan batı olarak tanımladığımız emperyalist gücün ürettiği bu modellere yönlendirmiştir. Ekonomik sömürü ve adaletsizliğe karşı sosyalizme öykünen Müslümanlar, ulus devletlerin yarışında nasyonalizmi keşfetmiş, otoriter, diktatör ve baskıcı rejimlere alternatif olarak da demokrasi ipine sarılmıştır. Bu birliktelikler, biri diğerini içerisinde asla barındıramayacak olan sosyalist-Müslüman, nasyonal(milliyetçi)-Müslüman ve demokrat-Müslüman tanımlarını doğurmuştur. Bu doğumun sonucu, spastik, özürlü zihne sahip fertlerin çoğalmasından başka bir şey olmayacaktır. Yani değil sorun çözme, uğraşılması gereken yeni sonuçlarla karşılaşılacaktır.
Zalim diktatör idarecilerin yönetiminde 50 yıl kaybeden Müslümanlar, batılı değerlerin kutsandığı demokratik sistemlerle bir 50 yıl daha kaybetmemelidir. Bu sebeple Müslümanlar demokrasinin tarihi sürecinden yola çıkarak felsefi arka planını görebilmeli, demokrasinin kendi değerlerine özgü bir yaşam modeli sunduğunu anlamalı, başka dinlere ve hatta kültürlere asla tahammülünün olmadığını, onları kendisine dönüştürmeye çalışan açık bir din olduğunu fark edebilmelidir.
II- Demokrasinin Doğuşu:
Demokrasi çok boyutlu bir kavramdır. Bir yönetim biçimini, bir karar alma sürecini, bir yaşam biçimini ve bir değerler kümesini ifade eder. Bu farklı boyutlar iç içe geçtiğinden, birini diğerlerinden ayırıp demokrasiyi yalnızca tek bir boyutuyla incelemek anlamlı bir çaba olmaz.
Bu kavrama ilk olarak, eski çağ Yunan site devletlerinden Atina’da rastlanmıştır. Demokrasi kavramı da ilk olarak bu dönemde kullanılmaya başlanmıştır. M.Ö. 5. Yüzyılın ortalarına doğru, eski Yunanlılar, yeni siyasal sistemi tanımlamak üzere demos(halk) ve kratos(yönetim) sözcüklerini birleştiren demokratia’yı kullanmışlardır. Halk Yönetimi anlamındaki bu Yunanca kelime, milad öncesi Yunan’da site devletlerinden Atina ve Sparta’da uygulama alanı bulmuştur.
“Demos” Yunan toplumunda sınırlı bir halk sınıfının ismiydi, halkın tümü anlamında kullanılmıyordu. Toplumun yarısını oluşturan kadınlar “demos”un dışındaydı. Belli bir yaşın altındaki gençler de “demos”dan sayılmazdı. Uzun süredir Yunan site devletlerinde ikamet ediyor olsalar da yabancılar “demos”tan sayılmazlardı. Toplumun en kalabalık kesimini oluşturan köleleri ifade etmeye bile gerek yok; bunlar asla “demos”a dâhil olamazdı. Geriye bir tek eli silah tutan, özgür, yerli, Yunanlılar kalıyordu.
M.Ö. 4. Yüzyılın sonunda, eski Yunan sitelerinde uygulanan demokratik yönetimlerin yıkılması ile tarih sahnesinden çekilen bu kavramı insanlık 2000 yıl sonra yeniden keşfedip ortaya çıkaracaktı.
III- Demokratik Değerlerin Dayandığı Tarihi Arka Plan:
Bugün Avrupa’nın, Demokrasiye ve ona ruh veren değerlere yönelik geçişinde Fransız burjuva devriminin belirleyici bir rol oynadığını herkes kabul etmektedir. Aristokrasiye ve kiliseye karşı yapılan devrimin, “eşitlik, özgürlük ve kardeşlikle” beraber, “ne Tanrı’ya, ne efendiye” sloganlarını nasıl bozuk bir işleyişe yönelik seslendirdiğinin, devrimin düşünce temellerini oluşturan anlayışın hangi çarpık ilişkilere tepki ile ortaya çıktığının sorgulanması gerekmektedir.
Bu noktada incelenmesi gereken dönem, M.500 ile M.1500 tarihleri arasındaki, batının kendi penceresinden karanlık çağ olarak adlandırdığı Ortaçağ Avrupası olmalıdır.
Hristiyanlığın Romalılaşması:
Hz. İsa(s)’nın öğretilerinin takipçileri olan Tevhid ehli Müslümanlar M.300’lere doğru Roma’yı dönüştürecek bir etkiyi oluşturmaya başladıklarında Roma aristokratları ve yönetimi için iki yol kalmıştı; ya yıllardır yürüttükleri hâkimiyetlerini kaybetmek, ya da bu yeni akım ile uzlaşarak onu dönüştürmek.
Roma aristokratları ve yönetimi çareyi uzlaşma arayışlarında (konsüller) bulmuş ve verdiği tavizlerle nihai mücadeleyi kazanmıştı. Bu olay, tarihe Roma Hıristiyanlaşacakken (islam devleti olacakken) Hıristiyanlık Romalılaştı kaydını yaptıran önemli bir kırılmaydı.
M.315’de Kadıköy’de başlayıp devam eden konsüllerde, Roma yönetimi ile Hıristiyan liderleri arasında varılan uzlaşmalar sonrası M. 380 yılında Hristiyanlık Roma imparatorluğunun resmi dini olmuştu. Batı’da yeni bir Hıristiyanlık teolojisi oluşturulmuş, Pavlus’un çabalarıyla şeriatsız yeni bir din inşa edilmişti.
Yeni Hristiyanlık, çok tanrılı paganist, putperest anlayışla bir sentez oluşturmuş, siyasal iktidarla uzlaşmayı kabullenerek kendisini “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya” veren bir din haline getirmişti.
Orta çağ Avrupa’sında devletler ise bu anlayışın egemen olduğu, dini otoritenin kilise, dünyevi otoritenin ise kral tarafından temsil edildiği çok sağlam bir güç koalisyonu tarafından yönetilmekteydi.
Fakat kilise, dini tasavvuruna uygun düşen bu mantıki yönelişle yetinmemiş, oldukça geniş boyutlarda ve bu tasavvuru ile çelişki halinde olan dünyevi bir otoriteyi de aynı şekilde elinde bulundurmak istemiştir.
Kilisenin gücü eline geçirmesi:
Böyle bir işleyiş içerisinde yüksek konumda bulunan Ruhban sınıf; Tanrı’yı gazabından vazgeçirmek, insanlara şefkat ve rahmetini temin etmekte aracılık yapmakta, kralların yönetim hakkının tanrı tarafından kendilerine bağışlanmış bir hak olduğunu söyleyerek, yani iktidarlarını takdis ederek kral’ı da yanlarına almışlardı.
Kilise “Tanrı adına konuşan ve Tanrı adına karar veren bir güç” olarak kendisini kabul ettirmeyi başarmıştı. Dolayısıyla Tanrının gazabını üzerine çekmeyi ve bile bile cehenneme gitmeyi göze almadan, hiç kimse otoritesinin önüne dikilemiyordu.
Almış oldukları hibeler, ücretler, öşürler(yıllık servetlerin onda biri), hediyeler ile gasp, talan, hile ve diğer çeşitli yollardan elde etmiş olduğu servet sayesinde büyük arazi sahibi feodaller durumuna gelmiş olan kilise, bazı zamanlar elindeki mülklerle, feodal beylerin ve diğer büyük arazi sahiplerinin mülklerini bile geçmekteydi.
Nefret biriktirten dönüştürülmüş dinin öğretileri:
Dünya hayatının bir cezalandırılma yeri olduğu kabul edilir, böylece oradan haz almanın da günah olduğuna inanılırdı.
İsa’nın vekili olarak ruhban sınıfı, tüm insanları affetme yetkisine sahipti. Cennete gitmek (asli günah sahibi) insanın kendi elinde değil, ruhban sınıfının affına bağlıydı.
Din adamlarının kendilerine atfettikleri kutsal önem, her türlü akıl almaz uygulamaların o dönemlerde görülmesi sağlamıştı. Mağfiret Belgeleri (Endülüjans) düzenleyerek cennet tapuları hazırlayan din adamları, konumunun yükselmesi ve mallarının çoğalmasını arzusuyla çarşılarda, pazarlarda para mukabilinde bu belgeleri satmaya başlamıştı.
İnsan, aşağılanmış, akıl iptal edilmiş, dini metinler dogmalaşmış, içtihat alanı diye bir alan kalmamıştı. Dini metinleri yorumlama tekeli sadece ruhbanlara aitti. 13. asırda Papanın kendi yönetimleri altında sürekli bir araştırma organı olarak Engizisyon mahkemeleri düzene sokulmuştu.
Kilise, kendi bildiklerinin dışında herhangi bir şeyin bilinmesine tahammül göstermiyor tashih etmedikleri ve kontrollerinden geçmeyen herhangi bir bilgiye güvenmiyordu. Yaklaşık bin yıl süren Ortaçağ döneminde meydana getirilmiş olan fikir ve sanat eserleri yok edilmiş, düşünce ve fikir üretmek yasaklanmıştı. Aksi davrananlar “aforoz” edilip yakılıyor, akıl almaz işkencelerle öldürülüyordu.
Fıtrata aykırı toplumsal sınıflaşma:
Hiç üretmeyen, sadece alan ama herşeyi yöneten ruhban sınıfı; çalışmayıp çalıştıran, toprakların sahibi ve sömürücüsü soylular; hep çalışan, fakat sadece karnını doyurabilen köylüler ve en alt bile sayılmayan zavallı köleler.
Bu sınıflaşma içerisinde fakirin zengin, köylünün şehirli, sıradan vatandaşın aristokrat olması mümkün değildi.
Kral yeryüzünde Tanrı’nın gölgesi olarak kabul edilir, Feodal beyler ise emirlerinin altındaki bütün arazilerin mutlak hakimi olurdu.
Geriye kalanların hepsi ise ya efendilerinin kölesi veya arazinin kölesi (serf) durumundaydı. Miras alınır ve satılabilirlerdi. Arazi ile birlikte bir efendiden bir başkasına intikal de ederlerdi. Bütün ağır yükler onların omuzlarında iken buna karşılık söz edilmeye değer hiçbir hakları yoktu. Siyasi hakları yoktu. Feodal beyi, düğün sevinçlerinde bulunur ve çoğu zaman ilk gece hakkını kullanırdı. Yani düğün gecesinde gelin ile baş başa kalmak hakkını kullanır ve kocasından önce gelini o teslim alırdı.
Görüldüğü gibi Tanrı, Kral ve Kilise üçlü ittifakı karşısında hiçbir değeri kalmamış olan halka, kaderine razı olup bu koalisyona boyun eğmekten başka bir seçenek bırakılmamıştı.
Ancak daha sonra haçlı seferleri veya diğer farklı sebepler ile islam dünyası ile karşılaşacak olan Avrupalılar, batıdan Endülüs, doğudan da Osmanlı örneklerinden öğrendikleri adalet, hak, hukuk gibi kavramlardan etkilenerek bir arayış içerisine girecek, bu feodal yapıyı ortadan kaldıracak Fransız devriminin patlamasına dek sürecek ruhsal bir hazırlığı gerçekleştireceklerdi.
Tarihin bu dönemini dikkatlice incelediğimizde, yaklaşık M.500’lerde başlayan ve aydınlanma dönemine kadar sürmüş olan “kilise din devletinin” zulüm uygulamalarının, Demokrasinin bugünkü değerleri ile yeniden ortaya çıkmasına gerekçe oluşturduğunu söyleyebiliriz.
IV- Bir Tepki Olarak Yeniden Demokrasi
Orta çağın sonlarına doğru, geniş halk kitlelerinin hedefi haline gelen ruhban diktatörlüğü ve soylu tahakkümü sorgulanmış, bu sorgulama süreci siyasal alanda Reform hareketleriyle, kültürel ve düşünsel alanda ise Rönesans(yeniden doğuş) ile kendini göstermeye başlamıştı. 15. ve 17. yüzyıl aralığında çağdaş düşüncenin temellerinin atıldığı Rönesans, 18. yüzyılda “Aydınlanma Felsefesinin” doğmasına, böylece günümüzde sosyal ve siyasal alanı şekillendirecek olan demokrasinin “Antik Yunan’dan” sonra yeniden keşfedilip çağa uygun bir ruh kazanmasına neden olmuştur.
Feodal döneme ait her şeyin nefret duyularak reddedildiği bu dönemde, geleneksel görüşlerden, otoritelerden, bağlılıklardan, dogmalardan, inanç ve ön yargılardan sıyrılıp insan ve evren konusunda aklın bağımsızlığı ve mutlaklaştırılması anlayışı bayraklaştırılmıştır. Artık, yalnız aklın egemen olacağı bu yeni ortamda insanların sonsuz refah ve mutluluğa erişeceğine kesin bir inanç duyuluyordu.
Ruhban sınıfına, kiliseye ve onların ürettikleri dogmalara duyulan tepki, Avrupalıların bilinçsiz ve inatçı hareket etmelerine sebep olmuş, bu da problemin kaynağının doğru teşhis edilmesinin önüne geçmiştir. Tahrifat, kişisel uygulamalar demeden dine karşı düşmanlık had safhaya ulaşmış, dinin hayata müdahalesinin söz konusu olamayacağı, aklın kutsandığı yeni teoriler geliştirilmiştir.
Bu çağın düşünürleri birbirlerinden etkilenmekle beraber, bir yandan birbirlerini tamamlamaya çalışıyor, aynı zamanda dinin hayattan tamamen ayrılacağı yeni dönemin fikrî hazırlıklarını oluşturuyorlardı. Tabiidir ki bunu bir başka dünya düşünmeden, ait oldukları batı toplumu için yapıyorlardı.
İşte 18. yüzyılın başlarından itibaren gelişen aydınlanma hareketinin beraberinde getirdiği eşitlik, özgürlük, laiklik, ulusal hâkimiyet, cumhuriyet gibi görüşler 1789 Fransız Devriminin gerçekleşmesini sağlayan düşünsel arka planı da oluşturmuştur.
Bu dönemin düşünür, siyaset ve hukuk bilimcilerinin ürettikleri yeni değerler, günümüz demokrasisinin de temellerini oluşturmuştur. Bu sebeple Demokratik düşünceyi doğru tanımlayabilmek için üzerine inşa edildiği kavramların bilinmesi gerekmektedir.
Aydınlanma Felsefesi:
İnsanın kendi aklı hariç her türlü bağlayıcılığı yok saydığı bu düşünce aslen, gerçek kaynağından çok önceleri kopmuş bir inanç öğretisi olan Hıristiyanlıkla birlikte, Yaratıcıdan da kopma çabasını temsil etmektedir.
“Aydınlanma Felsefesi” olarak adlandırılan düşünce sisteminin kurucusu olan Alman filozof Immanuel Kant Aydınlanmayı, insanın kendi kabahati sonucu ortaya çıkan ergin olmama durumunu aşması şeklinde tanımlamıştır. Ergin olmama, kişinin kendi anlama yeteneğini başkasının yol göstericiliği olmadan kullanamaması demekti.
Bu manada Aydınlanma, kişinin kendi adına yargıda bulunma yeteneğiydi ve felsefi değer bilgisiyle beslenmesi gerekiyordu. Çünkü felsefe eğitimi, kendi adına yargıda bulunmaya, olan bitenlerde mevcut bağlantıları kendi adına kavramaya ve her şeyden çok, her durumda insan onurunun tehlikede olduğu noktayı görebilmeye yardımcı olan bir eğitimdi.
Tahrif edilmiş bir din anlayışına karşı tavırlı olmak, farklı değerleri de olsa, sadece din olduğu için İslam’a karşı da ön yargılı yaklaşılmasını peşinden getirmiştir. Bu bakış doğal olarak vahye karşı mesafeli durmayı ve bundan da önemlisi vahye karşı düşmanca mücadeleye girişmeyi doğurmuştur.
Dine karşı bu mesafe sebebiyle insan aklının doğru yolda ilerlemesini sağlayan vahyin yeri boşaltılmakta, yerini felsefe bilgisi doldurmaktadır. Vahiy anlamsızlaştırılıp; felsefi bilgi, bir manada kutsallaştırılmaktadır. Böylece hikmeti arayan ve vahiyle bütünleşik “Mütefekkir” insan tipi cebren ortadan kaldırılmakta; yerini felsefi bilgi birikimini çağdan çağa taşıyarak toplumun önünü açtığı iddia edilen, medeniyetin gelişmesine katkıda bulunduğu varsayılan kişi olarak vahiyden uzaklaşmış ve hatta vahye düşman olmuş “Aydın” tipi almaktadır.
İdeal insan olarak kabul gören Aydın, toplumun önünde, toplumun aydınlanma yeteneğini ortaya çıkarıcı bir lokomotif vazifesi görmekte, başka bir ifade ile toplumu aydınlatmaktadır. Aydınlanmış toplum ise ayağında pranga olarak gördüğü her türlü tahakkümden kurtulmalı, kendi için en iyi olduğu varsayılan kararları yine kendi aklınca almalı, hiçbir bilimsel temeli olmayan, akıl dışı olarak kabul edilen bilgileri bir yana bırakmalıdır.
Sonuç olarak aydınlanma çağı, felsefede skolastik kavramlardan ve dogmatik tartışmalardan aklın belirleyiciliğine olan güvene, dinde imana dayalı bir anlayıştan salt akla dayalı bir din anlayışına, politikada monarşîk ve teokratik bir yönetimden halk egemenliğine dayalı bir yönelime, eğitimde dini bir eğilimden insanın kendi yetilerini özgürce geliştirebileceği bir eğitim anlayışına, kısaca dini bir dünya görüşünden insan-yapısı ve seküler bir dünya görüşüne geçiş anlamına gelmektedir.
Toplum Sözleşmesi:
Toplum sözleşmesi genel olarak “devletin kökeni nedir?” sorusuna verilmiş bir cevaptır. Bu görüş, insanların “tabiat-doğal haliyle” “toplum halini” birbirinden ayrı iki durum olarak veri kabul eder.
İşte bir toplumu, devleti meydana getirmek üzere, bireyler arasında gönüllü, istekli olarak yapılan teorik anlaşmanın adına “toplum sözleşmesi” denmektedir. Toplum sözleşmesi teorisiyle birlikte devletin kaynağı, meşruiyet sorunu ve egemenlik anlayışı konusunda artık çok önemli değişikler karşımıza çıkmaktadır. Toplum sözleşmesinde siyasal iktidarın kaynağı Tanrı kabul edilmez. Onun yerine iktidarın kaynağı sözleşmeyi yapan bireylerdir. Yani sözleşmeyle iktidarın kaynağı artık insanların iradesi olmuştur.
Thomas Hobbes toplum sözleşmesiyle devleti aşkın (görülen, bilinen, yaşanılan, deneyimsel dünyanın ötesine geçen) güçlerden ayırarak tamamen laik bir temele oturtmuştur.
Hobbes’tan sonra Jonh Locke devletin karşısında bireyin haklarını ön plana çıkararak bu teoriyi daha da geliştirmiştir.
J. Jacques Rousseau ise genel iradenin toplumu oluşturan bireylerin ‘özel irade’lerinin toplamı olduğunu söyleyerek herkesin özgürlüğünün genel irade olan devlet tarafından güvence altına alınması gerektiğini savunmaktadır. Bunun için de bireylerin tüm haklarını devlete devretmesi gerekmektedir. Yani bireyler üstün irade olan devleti kabullenmelidirler. Bu sayede gerçek bir özgürlüğe kavuşmuş olurlar.
Toplum sözleşmesi kavramı, özellikle modern devletin oluşumunda bireylerin katkısını ve devlet karşısında bireylerin haklarının önemini ve vazgeçilmezliğini vurgulamaya çalışır. Toplum sözleşmesi kavramı ile ilgili olarak; meşru hükümetin, özgür ahlaki bireylerin kendi isteklerine dayanan bir anlaşmanın yapay ürünü olduğu, diğer bir ifadeyle doğal bir siyasal otorite(krallık, kilise) diye bir şeyin olmadığı vurgulanmaktadır.
Sonuç olarak, devletin kökenini açıklayan demokratik bir teori olan toplum sözleşmesi, bir varsayım olarak bireyin devletin oluşumunda önemli olduğunu ve bu önemine binaen devlet karşısında önemli haklara sahip olduğunu vurgulamaya çalışmaktadır.
Hâkimiyetin kaynağı:
Bir toplumda Hâkimiyet(egemenlik) hakkının kullanılması, kanun çıkartma yetkisine sahip olmakla ilgilidir. Burada “Kanun çıkartılırken hâkimiyet hakkının kullanılmasında referans noktası olarak esas alınan merci neresidir?” sorusu gündeme gelmektedir. Kanunların kimin adına yapıldığı, kanun yapılırken referans olarak neyin alındığı, çıkarılan kanunlarla kimin hatırının güdülmek istendiği, Hâkimiyet (egemenlik) hakkının kimde görüldüğünün cevabı ile anlam kazanır.
Demokratik düşüncenin en temel konularından olan hâkimiyet meselesi de ortaçağ zulmüyle direkt ilgili bir konudur. Fransız devrimiyle geçmişte ne varsa temizleyen halk yeni dönemde evvela yönetimin işlerini kontrol etmeyi gündemine almıştır. Artık Kutsal ilahi hak ortadan kalkmalı, hükümet, tasarruflarında halkın iradesini kabul etmeliydi. Hükümet sadece yürütme organı haline gelmeli, halk yasama yetkisini almalı, kuvvetler ayrımına gidilerek tek elde toplanan egemenlik parçalanmalıydı.
Anayasalar da yer alan “Egemenlik ulusa aittir.”, “Bütün iktidarlar ulustan doğar” ve “Kanundan daha üstün bir otorite yoktur ve kral ancak kanunla hükümdarlık yapar” şeklindeki hükümler, eski rejimde hükümdarlık iktidarının dayandığı tanrısal iradenin, Tanrı ve din temeline dayanan gücün temelden yok edilerek, onun yerine halkın iradesinin konulduğunun açık ilanı olmuştur.
1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi 3. Maddesinde “Egemenlik ilkesi esas olarak ulustadır. Hiçbir kuruluş veya hiçbir birey açıkça ulustan kaynaklanmayan bir yetkiyi kullanamaz.” denilerek egemenliğin yeni sahibi ilan edilmiş, 6. Madde de ise “Yasa, genel iradenin ifadesidir. Tüm yurttaşların gerek bireysel olarak, gerekse temsilcileri aracılığı ile yasanın oluşturulmasına katılma hakları vardır.” sözüyle de bunun çoğunluğun genel iradesine bırakılması gerektiği belirtilmiştir.
Montesquieu (Frs.1689-1755) “Tabiat Halı” olarak varsaydığı bir nazariye geliştirmekte ve insanların doğal olarak analarından dört esas hürriyetle dünyaya geldiklerini, bunu onlara kimsenin vermediğini, doğuştan sahib bulundukları bu hürriyetlerini istedikleri gibi kullanabileceklerini belirtmiş, devletin yalnızca insanların hürriyetlerini gereği gibi kullanabilmelerine yardımcı olacak bir örgütleşme ihtiyacından kaynaklandığını söylemiştir. Günümüz yönetim biçimlerinin temel esaslarından olan “kuvvetler ayrılığı” ilkesini gündeme getiren Montesquieu bu tezini, “her devlette yasama, yürütme ve yargı vardır” şeklinde ifadelere dökmüştür. Günümüz Demokratik sistemleri de, bu üç kuvvetin birbirinden bağımsız olarak hareket etmesiyle hayat sahasında var olmayı hedeflemektedir.
Çağdaş demokrasilerin öncüsü olarak demokratik hayatın yeniden şekillenmesine önemli katkılar sağlayan J. Jacques Rousseau’nun (Frs. 1712-1778) “Toplumsal sözleşme” isimli kitabı, insan hakları sözleşmesine ilham kaynağı olmuştur. Ona göre: “Egemenlik, ‘genel iradenin kullanılmasıdır. Genel irade ise toplumu oluşturan bireylerin ‘özel iradelerinin toplamıdır. Genel irade her zaman en iyiyi, en doğruyu ve en faydalıyı gösterir. Çünkü en fazla sayının ya da çoğunluğun iradesidir.” Kısacası Rousseau’ya göre yönetim halka aitti. Halk egemenliği devredilemezdi.
Hobbes’a (İng. 1588-1679) Güç neyi emrederse doğru ve erdemli olan odur.
Immanuel Kant (Alm.1724-1804), ise bir yasanın herkesin akla dayalı rızası olmaksızın bir ahlak yasası olamayacağını vurgulamıştır. “Amaçlar Krallığı” fikrini ortaya koyan Kant, krallık derken çeşitli akıl sahibi varlıkların, ortak yasalar aracılığıyla kurdukları birliği kastetmiştir. Kant, “akıl sahibi bir varlık bu amaçlar krallığında genel yasa koyucu olarak bulunup bu yasalara bağlı olduğu zaman bu krallığın bir üyesidir” sözleriyle egemenlik kaynağı olarak insanı görmüştür.
Machiavellie (İtl.1469-1527), antik çağdaki ulusal nitelikli devlet anlayışı ile Rönesans’ın dinden koparılmış devlet anlayışını, yeni siyaset teorisi ile birleştirmiştir. O, “Hükümdar” adlı eserinde, “Bütün gücünü milletten alan devlet, milletin iradesinden başka güç tanımamalı” demiştir. Bu görüşüyle o, artık Avrupa’da kilisenin ruhbanî otoritesinin yerini millî-cismanî egemenliklere bırakması gerektiğini dile getirmiştir.
Görüldüğü gibi Kilisenin kanun koyuculuğunun ortadan kalkması sonucu doğacak boşluk artık halkın genel iradesine devredilmiştir. Artık, halkı, halkın seçtiklerinin, yine halk adına yönetmesi kurgulanmıştır. Bu yeni yasama işleyişinin mekânı ise parlamentolardır. Milletvekilleri(halkın temsilcileri), halkın hayatını düzene koyacak kanunları çıkararak Kilisenin yasamadaki yerini doldurmaya talip olmuştur.
Sekülerizm:
Latince “saeculum” sözcüğünden türemiş olan bu kavram, Hristiyan Latincesi’nde “dünya” anlamında kullanılmıştır. Dünyaya, içinde yaşanılan zamana ait olan, dine, kiliseye bağlı ve bağımlı olmayan, hayatla sınırlı olan anlamlarına gelmektedir.
Ortaçağın Skolastik Düşüncesinden(kilise dininin ürettiklerinin mutlak doğruluğu) ayrışma mücadelesi sonucu üretilen Aydınlanma Felsefesi, her şeyle birlikte ilahi olandan bağlantıyı koparma çabası olduğu için, yöntem olarak da sekülerizmi tercih etmiştir. Bu sebeple, seküler bakışı da demokrasinin düşünsel yapısıyla ilişkilendirmemiz kaçınılmaz olmaktadır.
Sekülerleşme; insanın bakışlarını dünya ötesinden bu dünyaya ve bu zamana çevirmesidir. Bu şekliyle ele alındığında kavramın, dünyevileşme ile örtüştüğü söylenebilir. Bu sebeple kısaca dünyevilik olarak tanımlayabileceğimiz sekülerizm, orta çağdan kopuş mücadelesinde olduğu gibi dini siyasal ve hukuki alandan ayırma çabasını ifade etmektedir.
Sekülerizm kelimesini ilk defa kullanan George Jacob Holyoake (ing. 1817-1906), sekülerliği, “inançtan kaynaklanan bütün düşüncelerin dışlanmasını esas alan doktrindir” diye tarif etmiştir.
John Locke, (ing.1632-1704) önce insan aklına dayanan doğal bir din çerçevesinde toplanmanın gerekliliğini savunmuştur.
Seküler toplum, ilahi bir okuma yap(a)maz.
Dinin kuralları ile sekülerliğin kuralları, dinin referansları ile sekülerliğin referansları tamamen farklıdır. Sekülerleşmeyle artık akıl her şeyin merkezine oturacak, bilgiyi o üretecek, tek doğruyu o söyleyecek, dünya ve insan kutsallaşacak, insan arzularını bu dünyada gerçekleştirecek, hazzı bu dünyada alacak, cenneti burada kuracak, maddi getirisi olan ve refahı yükselten her şeye tapınmaya başlayacaktır. O nedenle sırf ahlaki değeri olan aile, beden, iffet, ibadet, toplum, ahret gibi maddi karşılığı olmayan, maddi bir fayda da temin etmeyen faziletlerin pratikte bir anlamı olmayacak, yalnızca manevi anlamı olan sembolik değerler olarak kalacaktır.
Laiklik:
Laik; Yunanca Laikos, yani halktan olan, din adamı olmayan, Latince Laicus’tan Fransızca Laic veya Laiiue kelimelerinin Türkçe telaffuz şeklidir. Eski çağlardan beri din adamı olmayan, rûhani bir sıfatı ve dinsel bir işlevi bulunmayan kişi, kurum ve nesneleri, kısacası, dinin dışında kalan alanı belirtmek için kullanılmıştır.
XVIII. yüzyıl Avrupa’sında krallar,
birincisi; Tanrı adına hükmeden ve hayatta kilisenin ve dinin varlığını mutlak bir şekilde kabul eden krallar, rahipler, soylular ve yandaşlarından oluşan guruptur. İkincisi; Yaşanan süreçten dolayı dinin kitleleri uyuşturan bir “afyon” olduğu görüşünde olan ve halkın krallar, kilise ve soylular tarafından ezilmesinde en önemli rolü oynadığını düşündükleri dini tamamen reddeden aydınlar ve onlarla birlikte hareket eden alt tabakadan insanlardır.
Fransız İhtilali’nin ardından kralların yetkilerinin sınırlandırılıp, kilise ve soyluların ayrıcalıkları ve halk üzerindeki etkileri kaldırıldıktan sonra, din hususunda var olan bu iki keskin ve zıt görüş arasındaki problem de, bu iki görüşün orta yolu niteliğinde olan bir fikirle çözülmüştür.
Bu orta çözüme göre din: “Ne tamamen reddedilecektir, ne de yönetimde ve insanların hayatında yani kısacası devlet işlerinde söz sahibi olacaktır. Din tamamen ferdî bir mesele olup insanlar onu kabul veya reddetmekte ya da farklı dinlere meyletmekte tamamen serbest olacaklardır. Din, ferdin iç dünyası ile ilgili bir meseledir ve buna kimsenin müdahale etmeye hakkı yoktur. Bu nedenle din siyasetten uzak tutulmalı ve yalnızca ruhanî yönü bulunmalıdır.” İşte din hususunda üzerinde uzlaşılan bu orta çözüm, kendisinden ortaya çıkan Kapitalist ideolojinin temel fikrini oluşturan “dini hayattan ayırma” ya da daha çok bilinen ifadesiyle “Laiklik” düşüncesidir.
Başta Fransa olmak üzere Batı dünyasında yani dini Hıristiyanlık olan dünyada gelişen laiklik, özellikle katolik kilisesinin merkezi ve baskıcı yapısına karşı duyulan tepkiden kaynaklanmış bir düşüncedir.
15. ve 17. yüzyıl boyunca tüm Avrupa’yı etkileyen Katolik Kilisesi ne karşı yapılmış Reform hareketleri, Rönesansın son dönemlerinde din-devlet ilişkisini yeni bir yorumla açıklamıştır. Bu yeni yorum tarzı Almanya’da Luther, İtalya’da Kalven tarafından temsil edilen Protestanlık olmuştur. Protestanlığın temel görüşü “Din kendi kabuğuna çekilmeli, ruhbanlar manastırlarında ibadetleri ile meşgul olmalıdırlar ve dünya otoritesi sadece devletin olmalıdır” şeklinde özetlenebilir.
Protestanlık, dinsel-siyasal iktidar ilişkisine Katolik ve Ortodoks yaklaşımından farklı bir çözüm getirmiştir. İktidarlardan birini diğerine tabi kılmaktan kurtararak, Hıristiyanlığın başlangıcında olduğu gibi, her iki otoritenin kendi alanları içinde üstün olduğunu benimsemiştir. Artık, siyasal iktidar meşruiyetini dinden almadığı gibi, dinsel otoriteyi kendine bağlamak, onu devletin bir organı gibi görmek eğiliminde de değildir. Bu, laik bir devlet düzeninin ifadesidir.
16. yüzyıldaki Reform hareketiyle doğan Protestanlık, bu görüşler çerçevesinde, dinsel dogmalar yerine akla ve bilime göre örgütlenerek bir toplum yapısının ortaya çıkışını ve yapının üzerine din ve vicdan özgürlüğünü güvence altına alan laik bir devlet düzeninin kurulmasını kolaylaştırmıştır. Buna karşılık, Katolik ve Ortodoks toplumlarda laikliğin benimsenmesi genellikle çatışmalı bir seyir izlemiştir.
Fransız devrimiyle birlikte Avrupa devletleri düşünsel bir evrim sürecine girmiş, bu da onları, devletin belli bir din ve mezhebe bağlı olmaması; herhangi bir din veya mezhebin savunuculuğunu ve yayıcılığını yapmaması noktasına getirmiştir.
Bu fikrin ortaya çıkmasıyla birlikte, laiklik anlayışına binaen yasama yetkisi Tanrı/Kiliseden alınarak halka verilmiş ve halk tüm kuvvetlerin kaynağı kabul edilmiştir. Böylelikle kralların yetkileri daraltılıp din de ferdî bir mesele haline getirildikten sonra ortaya çıkan “hükmün kaynağı kim olacak?” sorusuna da böylelikle cevap bulunmuştur.
Özgürlük:
Özgürleştirme hareketi, aritokrasinin sahip olduğu tarihsel gerçeklikten ve aristokrasinin kendi iktidarını meşrulaştıran Katolik kilisenin skolastik felsefeden yani ideolojisinden kurtulmaktır.
Siyasal hak taleplerinin rahatça dillendirildiği zamanımızda “Özgürlük” kavramı belki de en dikkat çekici sözcük olarak karşımıza çıkmaktadır. Sıkça dile getirilen özgürlük ifadesi günümüzde çok da masum bir mana barındırmamakta, yeni Türkçenin daraltılmış kelime haznesinden kaynaklanan çok manalılık içermektedir.
Örneğin İngilizcedeki “Liberty” ve “Freedom” kelimeleri Türkçeye “Özgürlük” olarak çevrilir. Aslen “Freedom” kelimesi esaretten kurtulmayı tanımlayan bir sözcüktür. Hayatın içindeki her türlü özgürlüğü kuşatan, temelde politik olmayan bir terimdir.
Fakat “Liberty” kelimesinden; Fransız İhtilali sürecinde karşılık bulan, Fransızca “Liberte” kelimesinden İngilizceye geçmiş, siyasal taleplere sahip, seküler karakterli özgürlük anlaşılmaktadır.
Özgürlüğün seküler mahiyeti, tıpkı aydınlanma çabasında olduğu gibi, başta ilahi kaynaklı olmak üzere, her türlü dış yönlendiriciye başkaldırıyı temsil etmektedir. Bu kavram, birey, arzuları neyi istiyorsa onun yolunda ilerlemelidir görüşündedir. Bu tercihin temel kriteri insanın kendi heva ve hevesidir. İslamın savunduğu özgürlük vahye sımsıkı sarılmakken, batı tandanslı özgürlük tam aksi istikamette tezahür ederek, vahiyden kaçmaya çalışmaktadır.
Özgürlük, “Aydınlanma Felsefesi”ne dayanarak vahiyden koparılan insan aklının, kendini aşması için olmazsa olmaz koşulu haline gelmiştir. Bu mantıkta, özgür olunca her türlü prangadan (burada kastedilen temel pranga dogma/inançtır ) kurtulan insan kendini bulmuş olacaktır.
Hürriyetler düşüncesinde olduğu gibi insan hakları düşüncesi de, demokratik anlayışın önem verdiği düşüncelerdendir. Bu düşünceye göre insan hakları; “tüm insanların sahip olduğu temel hak ve özgürlüklere” denir. İnsan hakları, ırk, din, dil ve cinsiyet ayrımı gözetmeksizin tüm insanların yararlanabileceği haklardır. Bu hakları kullanmakta herkes eşittir.
1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisinin 4. Madde de ise “Özgürlük, başkasına zarar vermeyecek her şeyi yapabilmeyi kapsar. Böylece her kişinin doğal haklarının kullanımı, toplumun diğer üyelerinin aynı haklardan yararlanmalarını sağlayan sınırlar dışında hiçbir sınıra sahip değildir. Bu sınırlar ise ancak yasa ile belirlenebilir.” ifadesiyle de özgürlüğün geniş sınırları çizilmektedir.
“Yasa haklı olarak ancak toplum için zararlı eylemleri yasaklayabilir. Yasanın yasaklamadığı bir şey engellenemez ve hiç kimse yasanın gerektirmediği bir şeyi yapmaya zorlanamaz.” 5.Maddesinde yer alan “toplum için zararlı” davranışları laik bir yaklaşımla aklın belirleyeceği gözden kaçırılmamalıdır.
Bu konuda Hobbes, insan oğlunun tutku, istek ve iştahlarını kısıtlayan hiçbir dışsal otoritenin bulunmadığı, yani insanın tam anlamıyla özgür ve özerk olduğu bir ortamda, bencil bireylerin yıkıcı gücünü vurgulayan bir bakış açısına dayanarak siyaset felsefesini inşa etmiştir.
Hobbes iki tür özerkliği kabul etmiştir. Birincisi zihni özerkliktir. Hobbes, dünya ve kişinin onun içindeki durumu hakkında bilginin elde edilmesinde kendine güveni kabul etmekte ve bu konuda otoriteye(kilise dogmaları) itaati reddetmektedir.
Hobbes ikinci olarak ahlaki özerkliği savunmaktadır. Çünkü o, doğal hukukun gereği olarak ferdi hakları kabul etmektedir. Hobbes bu ferdi haklar çerçevesinde kişinin kendi hayatını korumak için kendi gücünü dilediği gibi kullanmak ve kendi muhakemesiyle bu amaca ulaşmaya yönelik en uygun yöntem olarak kabul ettiği her şeyi yapma özgürlüğüne sahip olduğunu söylemektedir. Böylece bir kişi bu özgürlüğü içerisinde doğa yasasının gereklerine veya aklın diktelerine karşı bilerek günah işleyebilecektir. Bu da kişinin ahlaki bakımdan özerk olduğunu göstermektedir.
Rousseau’ya göre ise insanlar “tabiat hali”nde doğuştan bir takım özgürlüklere sahiptirler. Bu özgürlük onların hakkıdır ve doğuştan vardır. Rousseau, doğuştan olduğunu varsaydığı özgürlükleri dört kategoride toplamıştır: 1. Şahsî özgürlük, 2. İnanç özgürlüğü, 3. Mülk özgürlüğü, 4. Fikir özgürlüğü.
Rousseau’ya göre şahsî –kişisel-özgürlük; bireyin her türlü kayıttan kurtulması ve üzerinde hiçbir baskı hissetmemesi manasına gelmektedir. Bu durum, kişinin kadın olsun erkek olsun başkasının aynı veya değişik özgürlüğüne müdahalede bulunmadan dilediği şeyden zevk alması, bedenine istediği biçimde dilediği hazdan tattırma halidir. (livata, içki, kıyafet, sınırsız birliktelik, esrar vb.) Buna göre kişi, dilediği gibi giyinebilir, dilediği gibi beslenebilir, isterse hiçbir cinsiyet ayrımı gözetmeksizin her türlü şaz/çarpık cinsel tercihlerde bulunabilir. Bunun ölçüsünü ve standartlarını sadece kendi zevk ve beğenisi belirler. Bu hürriyetler başkasının ‘özgürlüğüne tecavüz edilmediği sürece doğuştan sahip olunan bir haktır.
İnanç özgürlüğü için de genel çerçeve içinde durum bundan farklı değildir. Kişi ‘vicdan özgürlüğü’ne sahiptir ve dilerse Allah’a tapar, dilerse hiçbir şeye tapmaz hatta dilerse bir keçiyi Rab edinebilir. Bu tamamen onun bileceği iştir. Yalnız başkalarının bu aynı türden özgürlüğünü ihlal etmesin ve kendi inanç veya inançsızlığını gayrıya zorlayarak -tecavüz ederek-kabul ettirmeye kalkmasın. Ne var ki inancını, gayrıya açıklamak, anlatmak da zorlamamak kaydı ile yine bu özgürlük cümlesindendir.
Demokratik ülkelerde vatandaşlar diledikleri gibi mülk edinme özgürlüklerine de sahiptirler. Mülk özgürlüğü, kişinin dilediği yoldan, dilediği şekilde fakat rıza bulunması şartıyla mülk edinebilme hakkıdır. (kumar, meyhane, genelev vb…) Yapılan iş de çalışacaklar razı olduğu müddetçe bu iş meşrudur. Vücut da onundur ve vücuduna dilediği gibi tasarruf edebilir.
Fikir özgürlüğü, Demokratik sistemlerde bireylerin diledikleri düşünceyi kabul ya da reddedebilmesi esasına dayanır. Hiç kimse herhangi bir düşünceyi kabul etme konusunda zorlanamaz. Kişi, karşılaştığı sorunları çözmede çözüm teklifleri sunabilir. Ancak bu özgürlüğü kullanırken dini hayattan ayrı tutmak zorunluluğu nedeni ile bir ‘Dinî çözüm’ öneremez. Çünkü bu kuram tepkisel olarak gelişmiş ve ortaçağ Avrupa’sının dinî -hıristiyanlık- uygulamasına reaksiyon olarak doğmuştur.
Buradan şu çıkarımda bulunmak hiç de zor değildir. Demokrasilerde devlet kişiye özgürlük alanları olarak tanımlanan eylemleri yasaklamak ve önüne geçmek için var olmamış, bilakis kişinin tabiat halinde sahibi bulunduğu bütün bu özgürlükleri zayıf veya güçlü tüm fertleriyle rahatça kullanabilmelerini sağlamak için kurulmuştur.
Sonuç Niyetine:
Demokrasi sadece araçları bulunan bir devlet yönetimi şekli olmayan, aynı zamanda bir felsefesi bulunan değerler bütünüdür. Yalnız partiler aracılığı ile siyasete şekil verme veya meclis ile yasaları düzenleme yöntemi değildir.
Öne sürdüğümüz argümanlar, demokrasinin tamamen batı’ya özgü şartları çerçevesinde, hem Yunan’da, hem ortaçağların sonunda, her iki dönemde de “din- dışı ve dine- karşı” bir ideoloji ve siyasal felsefe olduğunu göstermektedir.
Modern batı dünyasının inanç(sızlık) kültüründen neşet etmiş seküler bir toplum modeli bulunmaktadır. Hem toplumun, hem de insanın var olma sürecine dair vahiyle uyuşmayan bir algıyı içinde barındırır. Bu değerleri taşımayan toplumlarda demokrasi uygulanamaz. İdealize edilen demokrasi ise, örneklerinde de gördüğümüz gibi, ancak bu inanç sisteminin işlediği toplumlarda uygulanabilmektedir.
“Aydınlanma”, “Özgürlük” gibi süslü kelimelerin görmezden gelinen veya görülemeyen ilkeleriyle olmazsa olmaz hale getirilen Demokrasi söylemi, zihinler karıştırarak gündem oluşturmakta, bırakın müslüman olmayanları, müslümanların bile baskıcı rejimlere karşı yürüttükleri hak mücadelelerine bulaştırılmaktadır.
Bugün iyi veya kötü niyetle Müslüman coğrafyaların gündemine sokulan demokrasiyi yalnız şekilsel açıdan değerlendirerek devlet yönetimi için gereken ve hiçbir düşünsel altyapısı olmayan bir araç olarak algılamak, en sade ifadeyle, saflık olarak algılanabilir.
Tanrı yerine insan, kilise yerine laik kurumlar, dogma yerine akıl, değer yerine çıkar, dayanışma yerine vahşi rekabet ve bunun için gerekli serbest ortam, Demokrasiye biçim veren tercihlerdir. Ve bu tanımlar ışığında demokrasi, başka din ve gelenekleri, kendine biçim veren değerlerin inşa ettiği dünyaya dönüştürmenin politik bir aracı olmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir.