Müslümanların son yüzyıldaki en büyük hastalığı, büyük bir kompleks içerisinde batı değerlerini ideal hayat değerleri olarak kabul etmeleridir. Bu problemli bakışın altında yatan ana sebep iman zayıflığı, hatta imanın yüreklerden çıkmasıdır. Çünkü, vahyi ve saadet döneminin önderi olan Hz. Peygamber(s)’i halisane bakışla tasdik eden bir fert, hayat içerisinde görülen bozulma ve ifsadın gerekçelerini dinde arayamaz. İmar etmek için de başvuracağı mercii, asla seküler batı olamaz.
Böyle bir arayışla karşılaşmış olmamız, Allah(c)’ın iradesinin hayata müdahale etmesine razı olunmadığını gösterir. Allah(c)’ın yol göstericiliği reddedildiğinde, onun yerini kişisel ihtiraslar, nefsani arzulara hoş gelen yaklaşımlar ve bunun gibi cahiliye olarak tanımlayacağımız batıl ölçüler alacaktır. Çünkü hayat, üçüncü bir ölçüyü kabul etmez. Ya, Hak ve onun ölçüsü olan vahye tabii olacaksın, ya da onun dışında ne kalıyorsa, yani batıla uyacaksın.
Batı medeniyetine yüzlerini dönenler, onun hayatı yorumlama tarzına da teslim olmayı kabul etmiş demektirler. Bu gün artık sadece ekonomik işbirliğinin ötesinde, insani tüm değerlere yön vermeye talip emperyalist zihniyetle ve kendine özgü ilkeleriyle nasıl uyum içerisinde olunabilir.
Nasıl ki son yüzyıldır, batı menşeili hayat anlayışı ile aile, ticaret ve eğitim kurumlarımız tahrip olmuşsa, özgürlük, mahremiyet ve namus kavramları batılı gözüyle yeniden tanımlanarak ayaklar altına alınmışsa, AB süreci ile yitirilenler daha bir artmıştır. Hatta artık tehlike mevcut ulus devletin sınırları ile de kalmayacaktır. Türkiye, çevresinde ki halkı Müslüman ülkelere, ideal İslam toplumu diye model gösterilmektedir. Böylece ümmetin diğer coğrafyaları da bu olumsuz dönüşümden etkilenme ile karşı karşıyadır.
Batı medeniyetinin kökleri kanla, gözyaşı ile sulanmıştır. Kan ve gözyaşı ile sulanan bir ağacın meyvesi acıdır. Tertip etmiş olduğu haçlı seferleri ile girdikleri beldeleri yakıp yıkan, insanlarını katleden, sapık ihtiraslarını tatmin eden, tarihi mirası yağmalayan bir kültürün adıdır batı…
Çok uzaklara gitmeyelim; 1. ve 2. dünya savaşlarının tarafları, Hiroşima’da kitle imha silahlarını sivil halk üzerinde kullananlar, işgal edilen topraklarımızda, Bağdat’ta, Felluce’de, Kabil’de yaşanan katliam ve sapıklıkların müsebbipleri de bu medeniyetinin çocukları değil midir?
Aile bağları kopmuş, yaşlıları bakım evlerine terk edilmiş, babası belli olmayan çocuklar peydahlamış batı toplumu, örnek almaya değil, acınmaya layık bir durumdadır.
Donuk, gelecek beklentileri olmayan, amaçsız ve hedefsiz yığınların zillete batmış yaşamları, izzet, şeref ve esenliğin kaynağı olan bir dinin mensuplarına yani müslümanlara asla model olamaz. Bu arayışları zorlayanların isimleri, tarihte kötü çığır açanlarla beraber anılmaya mahkûmdur.
Peki, Müslümanlar neden böyle bir arayışa girdiler? Neden kendi temiz ve sahih kaynaklarına dayanan bir toplum anlayışını terk ettiler? Bunun denendiğini ve başarısız olduğunu mu düşünüyorlar? Yoksa vahyin sadece ibadethanelerde kalmasını düşünen laik bir çizgiye mi geldiler? Veya İslami olan ile batı da olanın arasında bir fark olmadığını mı düşünüyorlar?
Bunlardan ister bir tanesi, isterse tamamı bu dönüşümün bir gerekçesi olsun fark etmez. Çünkü hiçbiri tutarlı ve meşru değildir. İslam’ın belirleyici –hakim- olması için çaba harcamaktan yorulmuş, ümidini kaybetmiş, tabiri caizse pes etmiş zihinlerden de böyle batıl arayışları beklemek mümkündür.
Allah(c) Kur’an’da bizlere hitap ederken “ey iman edenler” nidasıyla başlar. “Ancak mü’minler kardeştir”, “mü’minler bir binanın tuğlaları gibidir”, “batıda ki, doğuda kinin acısını hissetmelidir” buyrukları aynı inanca sahip insanların hukukudur. Bu hukuk, Allah(c)’a, Resulüne ve Kur’an’a iman eden, mü’min olan fertlerin, cemaat olma, ümmet olma zorunluluğunu doğurur. Tarih, bunun nasıl başarı ile uygulanabileceğinin örneklerini bizlere sunmaktadır.
Kişisel zaaflar, iç kışkırtmalar ve fitnelerle ulus devletlere bölünen Müslümanlar, yeniden bu uygulamaya dönebilmenin sancısını taşımalıdır. Zaman zaman bunun dillendirilmesi ve detaylarının konuşulması rahatsızlık ve hatta alay konusu olmuştur. “Ümmet Projesi” nin gerçekleştirilmesini ütopya gören bu kişiler, aynı zamanda batı kaynaklı projelerin üzerine hemen atlamayı ihmal etmemişlerdir.
Küreselleşmenin rüzgarı ile ortak değerler uğruna birliktelikler oluşturmaya giden dünya ülkeleri, sınırsal değil inanç ve eylem birlikteliğine geri dönmüştür. Ama bunu gerçekleştiren Müslümanlar değil, ABD, Hristiyan Avrupa ülkeleri, Rusya, Çin, Hindistan gibi Asya ülkeleridir.
Halkı Müslüman ülkeler, daha vahşet ve katliamlara karşı bile zorla toplayabildikleri ve vakit geçirdikleri İslam Konferansı Örgütü ile bu değişimi yakalayabilecek gözükmemektedirler. Çünkü emperyalist güçlerin kuklası ve işbirlikçisi idareciler başlarında yer almaktadır.
Tüm bu sahte yakınlaşmalar ve piyon idarecilerden beri olan mü’minlerin, tevhid çatısı altında toparlanarak projeler geliştirmeleri artık bir zorunluluk olmuştur. Rabbi Allah, Rehberi Kur’an, önderi Resulullah olan bu topluluğun teşekkülü, yeryüzünün ıslahı, adalet ve Hak harcı ile imarının sağlanması, insanlığın imana ulaşmalarındaki engellerin bertaraf edilebilmesi için kaçınılmazdır.