Şub
16
Gönderen: admin, Makale, Şubat-16-2013

Geçtiğimiz yazımızda hükümetin önerisiyle meclisten geçen “Uluslararası Terörizmle Mücadele Yasa Tasarısı” üzerinde durmuş, yasanın temelde İslami faaliyet alanlarını tehdit ettiğini belirtmiştik.

Emperyalist güçlerin, kokuşmuş yeni dünyaya söyleyecek sözü olan Müslümanlardan ve İslami değerlerden rahatsız olduklarını ifade etmiş, ezilen halkların, -buna hakikatle buluşturulmayan batı toplumu da dâhildir- uyanışına sebep olacak çalışmaların önünü kesmeyi amaç edindiklerini söylemiştik.

Aslında Batı zihni, “Fundamentalizm” olarak isimlendirdikleri İslâmi hayat sistemini, genel olarak kadının baskı altına alınması ve kontrol edilmesi, Kur’an’a ve şeriata dogmatik bir dönüş ve dinle siyasetin birleştirilmesi olarak değerlendirip savaş açıyor.

Böylece hayata dair tüm değerleri kendi tanımlamak istiyor.

Her şeyin en iyisini ve doğrusunu tespit ettiklerine inandıklarından, ulvi değerlere ulaşmış olma hezeyanının sonucu olarak bunu tüm insanlığa dayatmayı görev görüyor.

Feminist algının kadın değerlendirmeleriyle Müslüman kadına acıyor, ona yardım etmek istiyor. Kimliğini, ailesini bırakıp, değersizliğin girdabına kendini kaptırmasını telkin ediyor. İlahi, insani her türlü prangalardan, koparak pazara, sokağa kendisini sunmasına çabalıyor.

Muharref, sığ ve yetersiz batıl Hristiyan kültüründen çok çektiklerinden, Kur’an’a ve buyruklarına da bu gözle bakıyor. Tahammülsüzlüğünü her fırsatta açıkça ortaya koyuyor.

Ve bu kurguyu yıkacak İslami örnekliklerin oluşarak ideal bir model sunulmasına fırsat vermemeye çalışıyor. Adeta nefes aldırmıyor.

Bunu kültürel bombardımanla yapıyor, propagandalarla gerçekleştiriyor. Yetmiyor, işgale başvurarak tohumların kökleşmesine, filiz vermesine fırsat vermemeye çalışıyor.

Rus işgali sonrası Afgan Müslümanlarının kendi ayakları üzerinde durmasına imkân tanımadan üzerine çullanılıyor, Filistin’in Gazze bölgesinde yıllardır aradığımız kardeşlik ve dayanışma havasını sağlayan HAMAS’ı itibarsızlaştırmaya yönelik projeler geliştiriliyor.

Irak, Mısır, Libya, Tunus ve Suriye, Müslüman halkların iradelerine bırakılmayacak kadar değerli görülerek buralarda ayaklanmaların akabinde fitneler ve karışıklıklar çıkartılıyor, kanlı süreçlerin uzaması sağlanıyor.

Bunun yanlışlığını savunan, karşı koyan ve direnenler terörist olarak tanımlanıyor. Tabi sahiplenen maddi destek sağlayanlar da istenmiyor. Adeta tokat attıklarında öbür yanağın çevrilmesi bekleniyor.

Bugün bu konuya devam etmem, Ali Bulaç’ın yeni çıkan kitabındaki bazı tespitlerin manşetlere taşınması üzerine oldu.

Bulaç, gündemdeki Mevlana anlayışının Hz. Peygamber’e alternatif bir imaj ve figür üretme çabalarının sonucu oluşturulduğunu söylüyor. Mevlana’nın Türkiye’de ‘şeriatsız İslam’, Batı’da ‘İslamsız tasavvuf’ imgesiyle akıllarda kaldığını belirten Bulaç, “Bu imaja göre Mevlana’nın şeriatla ilgisi yoktur, hümanisttir, herkesi sever; inanmış-inanmamış farkı gözetmez. Dolayısıyla Müslüman, Hristiyan, Yahudi, ateist, kim olursa olsun herkese kapısını açmış biridir.”  diyor.

“Mevlana’yı ve eserlerini değil, Mevlana algısını eleştirelim”ayrımını kabul etmediğimizi belirtmekle birlikte, Ali Bulaç’ın yaptığı tespitlerin tam da söylediğimiz gibi Batının idealize ettiği din anlayışı açısından değerlendirilmesi kanaatindeyim.

Bu tespitler, folklorik, herkese, her kesime boncuklar dağıtan, güçlüden, egemenden yana tavır koyan, isyanı, şahitliği içinde barındırmayan, dönen, dönen duran zillete batmış kültürel islam çabalarının sembolünü görme açısından dikkat çekiciydi.

Yasa koymayan, hudut çizmeyen, ahlaki kuralları olmayan, ilkeden, idealden, ülküden yoksun bir dini yorum isteniyor. Bu yoruma müsait olarak da Mevlana figürü tam oturtuluyor.

Bu verdiğim güncel örnekle, UNESCO 2007 dünya Mevlana yılı düzenlenmesi üzerine milyon dolarlar bütçe ayıran ve teşvik edenlerin, İslami hareketlere ve onların yetim, dul ve ailelerine maddi destek olunmasını suç saymasının sebebi de herhalde daha iyi anlaşılmıştır.


Comments are closed.