Bir defasında Hz. Ömer, minberden halka sesleniyordu. Konuşmasının bir verinde dinleyicilerine: “Ey ahali, söylediklerimi duyun ve itaat edin” diye hitap etmişti. Bunun üzerine dinleyiciler arasında bulunan Selman el-Farisi, halifeye “şu anda senin ne sözünü dinler ve ne de sana itaat ederiz.” diye haykırmıştı.
O sırada dinleyicilerin hiç değilse bir kısmının dehşete ya da korkuya kapıldıklarını tahmin edebiliriz. Öyle ya, Hz. Ömer’e karşı bu sözleri söyleyen Selman el-Farisi de olsa böyle konuşmak kimin haddine!
Hz. Ömer bu çıkış karşısında öfkeye kapılmamıştı. Oysa onun yerinde başka bir kimse olsaydı öfkelenirdi. Sebebine gelince, karşısındakilerden istediği şey, Allah’ın ve Peygamberinin farz ilân ettikleri itaatti. Hiç bir gerekçe gösterilmeksizin bu isteği reddedilince öfkelenmesi kadar doğal bir şey düşünülemezdi. Fakat buna rağmen İslam terbiyesi uyarınca eğitilmiş olan Hz. Ömer öfkeye kapılmamış, bunun yerine Selman’a karsı çıkısının sebebini sormuştu: “Niçin?”
Selman, Hz. Ömer’e şu karşılığı vermişti: “Sırtındaki şu paltoyu nereden bulduğun ortaya çıkıncaya kadar bizden itaat bekleme. Sebebine gelince sen uzun boylu bir adam olduğun için diğer Müslümanlar kadar olması gereken ganimet payınla bu paltoyu diktiremezdin.”
Selman, Hz. Ömer’e bir suçlama ya da en azından bir şüphe yöneltmişti. Bir süre önce Müslümanlar arasında bölüştürülen ganimet malı kumaştan, kendine herkesinkinden büyük bir pay ayırmış olabileceğini ima ediyordu.
Dolaylı bir ifade ile de olsa, böylesine ağır bir suçlama karşısında Hz. Ömer, öfkeye kapılsa haklı idi. Fakat yine de öfkelenmiyor bunun yerine oğlu Abdullah’a seslenerek ona: “Allah iyiliğini versin. Bu paltonun bir kısım kumaşı kimindir, söyle bakalım” diyordu. Bunun üzerine Abdullah b. Ömer, şu kısa açıklamayı yapmıştı: “Bu paltonun kumaşının bir bölümü benim ganimet payımdı. Onu babama verdim. Çünkü boyu uzun olduğu için sırf kendi payı ile üzerine palto diktirmesi mümkün olmadı.”
Az önceki çıkışı yapan Selman’ın, bu açıklama karşısındaki cevabı da net ve kesindir: “Şimdi emret, söyleyeceklerini dinleyip itaat etmeye hazırız.”
Tarzım olmayan, böyle uzun bir alıntıyla yazıma giriş yapmamın önemli bir sebebi olduğunu bilmenizi isterim.
Üzerine giydiği elbisenin kumaşının hesabı kendisine sorulan ve rahatlıkla, kızmadan, tehdit etmeden bu hesabı verebilen bir idarecinin adaletini anlatabilecek başka bir ifade biçimi olamayacağını düşündüm.
Adalet, kalkınma, hak gibi kavramlardan bahsedip, halkın temiz emeğini, alın terini, imkânlarını ihtirasları için çarçur eden zihniyetlerle karşılaşınca bu örneklere ne kadar da muhtaç olduğumuzu anlatmak istedim.
35 bin metrekarelik bir alana inşa edilmiş, yaklaşık 300 bin metrekarelik bir kapalı alana sahip olan, 2 bin 500 futbol sahası büyüklüğüne denk gelen, aylık elektrik tüketiminin 700 bin TL olduğu öngörülen, inşaatında 3 vardiyayla 24 saat 9000 işçi çalıştırılan, duvarında dev Atatürk posteri yer alacak olan, 500 milyon dolarlık bir maliyete ulaşılan, büyük şeytan ABD’nin The White House (Beyaz Saray)’unu örnek alan Ak Saray içindi tüm bu yazdıklarım…
Demokratik, laik, kapitalist bir sistemin başında bulunmanın gayri meşruluğuna, israf ve şatafatla dolu uygulamalar da eklendiğinde elde tutulur hiçbir şey kalmıyor artık. Büyük şeytan ABD’nin bölge üssü konumuna getirilen ülke toprakları ve yürütülen politikalar, Beyaz Saray’ın kopyasının inşa edilmesiyle perçinlenmiş oldu adeta… Alan olarak beyaz saraydan daha büyük, isim olarak kopyası olan bu saray, 1400 yıl önceki önderin değil, yakın tarihteki ecdadın yolunun takip edildiğini göstermiyor mu?
Ashabının giydiğini giyen, yediğini yiyen, onlardan farklı, özel bir imtiyaz görmemeye özen gösteren Peygamber (s) ve seçkin ilk dönem halifelerinin adaleti ve mütevazı yaşantıları nerede, halktan kendini soyutlayan, özel olduğuna inanan, sınıfsal farklılıklar oluşturan saray düşkünü idareciler nerede…
Evet, bu çağda “eğer bu sarayı kendi paranla yapıyorsan israftır ve eğer halkın parasıyla yapıyorsan ihanettir.” diyebilecek Ebu Zerlere muhtaç sanırım.