İnsani, fıtri olana karşı savaş iblis İle başlar. Sürekli polemik oluşturan, tartışan, gündem saptıran yaklaşımlarıyla isyanın sembolü olmuş iblis, insanlık tarihi boyunca kendisine taraftar bulabilmiş, askerler edinebilmiştir.
Fıtri olan, Allah’ın emrine tâbi olup boyun eğmek ve o doğrultuda çalışmakken, boş ve anlamsız gerekçeler üreterek Allah’ın emrine (vahye) sırt çevirmek, ondan uzaklaşmak iblisleşmektir.
Çamur, ateş mukayesesi yapıp insan ve diğer gaybi varlıkların farklılığını üstünlük, alçaklık zemininde değerlendiren iblis, Allah’ın emrine karşı itirazın, isyanın ilk bayrağını açmıştır. İblis, imtihan dünyasında bu kriterleri, bu köksüz, temelsiz bakış açısını konu edinerek insanları azdıracağını taahhüt etmiş, Allah tarafından da kendisine mühlet verilmiştir.
İşte çağlar boyu karşımıza çıkan ve yaratıcının sesiyle aramıza perde, engel olan tüm çabalar ve bu çabaların sahipleri iblisin ordusuna gönüllü asker yazılmış, o yolda çalışan fertler olmuşlardır.
Bu çabaların harcandığı davalar ve isimleri farklı şekillerde tarihte anılmış, kayda geçmiştir. Kavramlar, gündemler kendi tarihi koşulları içerisinde değişkenlik göstermiştir. Ancak, esasında hepsini dayandıkları temel itibariyle tek bir bayrak altında toplayarak izah edebiliriz ki o da, “İblisin yolu, Batıl ve şirk cephesidir.”
Bu temel, en başta belirttiğimiz varlık gayesinin farkında olamamaktır. İnsanlık için yol gösteren, yön vereni tanıyamamak veya tanısa bile kabullenememektir. İlahi mesaja dudak bükmek, yüz ekşitmektir. Kendisi ve insanlık için yegâne ölçünün Allah tarafından gönderilmiş olduğunu, hayatın bu ölçüye göre tasarlanması gerektiğini sindirememektir. Bu temel, benliğini merkeze almaktır. Tek dünyalı yaşamak, hesapsız bir hayatı temenni etmektir.
Temel mantığını belirtmeye çalıştığımız batıl dava ve çabaların yaşadığımız topraklarda neye karşılık geldiğini bilmek de yürüteceğimiz mücadele açısından önemlidir. Özellikle Osmanlı’nın yıkılış sürecine girdiği dönemle beraber Batıcı, Türkçü, liberal bir eğilime yönelen kadroların şekillendirdiği Türkiye Cumhuriyeti, dayandığı temel değerler yönünde dayatmacı ve tektipleştirici yeni bir rejim olarak karşımıza çıkmıştır.
Halkın dini, örfi, ahlaki alışkanlıklarına karşı moderniteyi, ümmetçi, inanç ve kardeş merkezli yaklaşımına karşı Türkçülüğü, şeriat, din, iman, halife hassasiyetine karşı da laikliği dayatmıştır. Bu dayatmalar, yoğun propagandalar ile gerçekleştiği gibi, zorbalıklar, darağaçları ve idam sehpaları ile de kendini göstermiştir.
Kafatasçı, Nazi zihniyetine sahip kişiliklerin şekillendirdiği uygulamalar daha ilk günlerden itibaren bu yeni rejimin yazılı metinleri hâline getirilmiş, insanlarımıza, özellikle tertemiz zihinlere sahip çocuklarımıza tesir etmesi için şeytani işlere girişilmiştir. Andımız bunlardan bir tanesidir.
Afet İnan’ın anlattığına göre, 1933 yılında Milli Eğitim Bakanı olan Dr. Reşit Galip 23 Nisan sabahı çocukları ile bayramlaşırken onlara “Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun!” sözlerini söyletmiş ve bu şekilde “And” meydana gelmişti. Prof. Afet İnan’ın, “Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler” kitabında yazdığına göre, kızlarına bu sözleri söyleyen Bakan, “çok büyük bir keşif yapmış” hissine kapılarak havaya girip heyecanla Çankaya’ya koşmuş… ve bir işgüzarın buluşu! Millî Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu 10 Mayıs 1933 tarih ve 101 Sayılı kararıyla “Öğrenci Andı” olarak uygulamaya koyulmuştu. 27.8.2003 tarihli ve 25212 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Millî Eğitim Bakanlığı İlköğretim Kurumları Yönetmeliğinin 12’nci maddesi ile yürürlükten kaldırılıncaya dek 70 yıl boyunca bu ülkenin çocukları diktatörlük kalıntısı böyle bir uygulamayı yaşamak zorunda kalmışlardı.
İblisin çocukları, yardımcıları, yoldaşları farklı dönemlerde, farklı coğrafyalarda yaşasalar bile ortak temel eğilimlerin savunuculuğunu yapmışlar yapmaya da devam etmektedirler.
“Şeytan onlar üzerinde egemenlik kurmuş ve sonunda onlara Allah’ı hatırlamayı unutturmuştur. İşte bunlar şeytanın yoldaşıdırlar. Bakın, şeytanın yoldaşları var ya: işte onlar hüsrana uğrayacaklar.”[1]
İşte yaşadığımız topraklarda tüm bunlar gerçekleşirken dünya üzerinde farklı bölgelerde de benzer uygulamalar had safhadaydı.
Türk eğitim sisteminin içine dahil olan “andımız” aslında o tarihlerde Avrupa’da yaygınlaşmaya başlayan ideolojik devletlerin yaptığı bir uygulamaydı. Devlete, rejime, lidere bağlılık yemini o tarihlerde özellikle tek partili ideolojik devletlerde yaygınlaşmaya başlıyordu. 1930’lu yıllar ideolojik devletlerin altın çağını yaşadığı tarihlerdi. Almanya’da, İtalya’da, İspanya’da, Rusya’da devletlere ideolojiler hâkimdi. Bu rejimlerin hepsinde devlete, rejime, lidere bağlılık en önemli konuların başında gelmekteydi. Devlete, rejime, lidere bağlılığı artırmada en önemli araç ise eğitimdi. Bu sebeple ilköğretim okullarından üniversitelere kadar tüm eğitim sistemi devletin ideolojisine göre biçimlendirildi. Eğitimin temel amacı rejime sadık insanlar yetiştirmek olmaya başladı. Okullardaki eğitimin dışında yaygın eğitime önem verildi. İlköğretim çağından liselere kadar öğrenci örgütlenmeleri, kampları kuruldu.
Eğitim faaliyetlerinde bekli de en başarılı olanlar Hitler ve Musssolini oldu. İlköğretim öğrencilerine aşılanması gereken en önemli duygu Hitler’e bağlılığın ne kadar kutsal bir şey olduğuydu. Okullarda her gün yaklaşık on dakika süreyle Hitler’in resmi önünde selamlamada bulunulurdu. Okul dışındaki vakitler için kurulmuş olan öğrenci kampları yaygınlaştırılıyordu. Hitler 6-18 yaş arası çocuklara kurduğu gençlik gruplarında 1936 yılından itibaren şöyle yemin ettiriliyordu: “Führer’e adanmış kanımın her damlasıyla; ben tüm enerjimi ve gücümü Adolf Hitler’e ve ülkeme adayacağıma yemin ediyorum. Onun için, sahip olduklarımdan hatta hayatımdan bile vazgeçeceğime söz veriyorum ve bunun için Tanrı’dan yardım diliyorum.”
Tektipleştirici yaklaşım sadece and ve törenlerle kendini göstermiyordu. Dönemin şiirleri, edebiyat eserleri ve kurucu liderin “Bir Türk dünyaya bedel”, “Türk öğün, çalış güven”, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” gibi sözleri de yeni zihnin inşasında altyapı oluşturmuştu.
İblisin Yolundan Gidenlerin Baskısına Karşı Sessiz Kalarak Boyun mu Eğilmeli?
Bizi İslâmi kimliğimizden soyutlayarak, Rabbimize kulluktan insana, otoriteye kulluğa zorlayanlar, yıllarca her gün kendi batıl inançlarını tasdik etmemizi bizden istediler.
Bize ait olan her şeye düşmanlık gösteren, bize; kimliğimizden, değerlerimizden sıyrılıp, Batılı bir hayat tarzını dayatan, bunu hedef olarak gösteren ideolojilerini tazim etmemizi, İslâmi kimliğimizi yok etmek üzere belirlenen bir “hedef”e doğru gitmemizi beklediler.
Biz her şeyimizin âlemlerin Rabbi olan Allah için olması gerektiği bilincini kazandırmaya çalışırken, tevhidî duyarlılığı geliştirmek için çaba sarf ederken, devlet birçok uygulama ve propagandayla şirk içerikli söylem ve anlayışı yıllarca bizlere dayattı.
Yalnız Allah için olması gereken, Allah’ın dinine şahitliğe adanması gereken varlığımızı ulusal kimliklere armağan ettirme baskısı yaptı.
Peki, hâkim otorite, güçlü olanlar, rejimi belirleyenler istediler diye bizler gâvurlaşabilir miyiz? Gâvurca sözler söyleyip, davranışlar sergileyebilir miyiz? Gâvurluk beyatları yapıp, ibadet ritüelleri olan törenlerine iştirak edebilir miyiz? Güce teslim olup imtihanı kaybederek, ahiretimizi perişan hâle sokabilir miyiz?
Tabii ki hayır… Çocuklarımızı, ailemizi, Kemalist ideolojinin neferleri olarak yetiştirmek isteyenlere karşı direnmek bizim en doğal insani talebimiz olduğu kadar, Allah’a verdiğimiz sözümüzün de bir gereğidir.[2] Her namaz kıldığımızda, alınlarımızı her secdeye koyduğumuzda, sadece Allah’ı tazim edeceğimize ve O’ndan gayri her şeyden yüz çevireceğimize dair and içmekteyiz.
قُلْ إِنَّ صَلاَتِي وَنُسُكِي وَمَحْيَايَ وَمَمَاتِي لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ لاَ شَرِيكَ لَهُ وَبِذَلِكَ أُمِرْتُ وَأَنَاْ أَوَّلُ الْمُسْلِمِينَ
“De ki: Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun hiçbir ortağı yoktur; böyle emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim.”[3]
Görece Özgürlük Alanları ve Mücadele Sürecimize Etkisi
Kemalist rejimin bu temel unsurlarına karşı sürdürdüğümüz mücadele, 2002 yılından itibaren AK Parti iktidarı dönemiyle karşılık bulmuş, bazı simgesel değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Andımızın kaldırılması, kamusal alan olarak tanımlanan yerlerde başörtüsü serbestliği gibi uygulamalarla en açık şekilde gözlemlenen bu adımlar Müslüman çevrelerce de olumlu bulunmaktaydı.
Bu dönemde R. Tayyip Erdoğan’ın Milliyetçilik karşıtı sözlerini ve ümmet coğrafyasına dönük ilgisini de sürecin olumlu adımlarına ekleyebiliriz. Ancak bu türden görece özgürlük alanlarının açık olması, tevhidi çizgi gereği sisteme evrilmeyle sonuçlanmamalı İslâmi değerlerin belirleyiciliği uğrunda çaba ve çalışmalar aksatılmamalıydı.
Allah’tan başka hiçbir kimseye ve O’nun hükmünden başka hiçbir şeye tâbi ve razı olmayacağımızı somut olarak ortaya koyma çağrımız sessizliğe bürünmemeliydi.
Kendisini İslâm’ın karşısında konumlandırmış, ister liberal, ister Marksist, isterse Kemalist olsun her ideoloji mensubu, gayri İslâmi her düşünce sahibi, Allah’ın hükümranlığını tasdiki içeren tüm kulluk çağrılarımızdan hoşlanmasalar da sorumluluklarımızın yerine getirilmesi elzemdi.
Güçlü olanın sağladığı imkânlar, ekonomik sınıf atlama hâli, kurum ve kuruluşlarda yer kapma telaşı Müslüman dava adamlarının inanç, amel çizgisinde yozlaşma etkisi göstermemeliydi.
Savrulma olarak tanımladığımız bu hâl, ilerleyen dönemlerde siyasi iktidarın olumlu olumsuz, doğru yanlış, meşru gayrimeşru tüm karar, kanun ve uygulamalarını, hipnotize olmuş bir görüntüyle değerlendirememe sonuçlarını doğuracaktı… İtiraz edememe, eleştirememe, müdahil olmama gibi zillet hâlinin nedeni, sahip olunan rant ve imkânlar ile yeni oluşturulan korku atmosferi olacaktı.
Yanlışın yanlış olduğunu bilerek susmak ayrı bir zillet hâli olmakla beraber işin en acı yönü, artık yanlışlara doğru kılıflar bulabilme, düne kadar yanlış görülenlerin doğru olarak kabul edildiği bir zihin tutulmasıyla karşı karşıya olmamızdı…
Neden Şimdi Bu Söylemlere Doğru Geçiş Var?
Kemalist and ve bazı ritüellerin kaldırılmasıyla oluşan olumlu hava son dönemde R. Tayyip Erdoğan’ın yeniden milliyetçiliğe doğru yön verici sözleriyle dağıldı.
Mısır’da zalim Sisi darbesine karşı direnen Müslüman Kardeşler’in meydanı olan “Rabia” Erdoğan tarafından yeniden dizayn edilerek Türkçü, devletçi bir forma sokuldu.
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Mahir Ünal, kapağında Erdoğan’ın Rabia işareti yaparken çekilen elinin fotoğrafının yer aldığı bir broşür hazırlatarak teşkilatlara dağıtılmasını sağladı.
Broşürde “Tek Millet” tanımı; “Bin yıldır beraber yaşamış, beraber bedel ödemiş aziz milletimizin tüm fertleriyle, hiçbir ayırım gözetilmeksizin ülkemizin birinci sınıf, eşit vatandaşlarıdır” şeklinde yapılırken, “Tek Devlet” tanımında da; “Milli iradenin tecellisi ve milletimizin ortak eseri olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Çatısı altında huzur ve kardeşlik içinde özgürce yaşadığımız devletimizdir” ifadeleri vardı. “Tek Bayrak”; “Rengini şehidimizin kanından alan, hilali ile bağımsızlığımızı ifade eden, yıldızı şehitlerimizin ta kendisi olan bayrağımızdır. Bağımsızlığımıza ve demokrasimize olan tutkumuzdur” sözleriyle anlatılırken; “Tek Vatan” tanımı da, “Bin yıldır yurt bellediğimiz 780 bin kilometrekarelik vatan toprağımız Türkiye’mizdir. Tek bir karış toprağından vazgeçmeyeceğimiz, bölünmez bütünlüğünden asla taviz vermeyeceğimiz kadim yurdumuzdur” sözleriyle yer aldı.
“Başkanlık sistemine geçiş, başkan seçiminde 50+1’e ihtiyaç duyulması, anayasa değişikliği yapacak güce ulaşılması” gibi etkenlerle baskın olmaya başlayan milliyetçi, devletçi, laiklik söylemleri tabanda ciddi tahribatlara sebep oldu.
Oysa biz İslâm’ı tercih ediyorduk, Kemalist, laik, milliyetçi de değildik. Çocuklarımızın da Kemalist olarak yetişmesine göz yummuyorduk. Ta ki birisi çıkıp, Kemalist sistemin, laikliğin İslâm’a uygun olduğunu ispatlayana kadar!…
Bu ispat girişimiyle, İslâmi ilkelerin davetçisi olan çevrelerde bu ilkeler yerini devletçiliği, milliyetçiliği, Kemalizm’i, hatta M. Kemal’i yeniden keşfeden, tanımlayan yaklaşıma bıraktı. Kötüyü kötü olarak bilip de savunma hâlini kendilerine yakıştıramayanlar, kötüye güzel kılıflar biçerek, bugüne kadar yanlış dediklerinin aslında iyi, cici olduklarına inanmaya başladılar. İşte bizlerin en tehlikeli dediğimiz ve zihin tutulması olarak tanımladığımız konu tam da budur.
Islah Sorumluluğumuz Devam Ediyor
Milliyetçilik, normal bir his ve duygu değil, insanın tüm ferdî ve toplumsal davranışlarını kontrol altına almak isteyen siyasal ve sosyal bir nizamdır. Bu sebeple çerçevesi vahy ile belirlenmiş, ferdî ve toplumsal nizamı kurmayı amaçlayan İslâm ile milliyetçilik arasındaki uyuşmazlık kaçınılmazdır.
İslâm, tüm dinlerin ve mesajların sonuncusu, insan hayatının yegâne metodu olan bir düzendir; ve:
وَمَن يَبْتَغِ غَيْرَ الإِسْلاَمِ دِينًا فَلَن يُقْبَلَ مِنْهُ وَهُوَ فِي الآخِرَةِ مِنَ الْخَاسِرِينَ
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa asla ondan kabul edilmeyecek, O, ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır.”[4]
Bizler bu topraklarda “Irkla Kanla Övünmek İlkelliktir! Elhamdülillah Müslümanız”, “Kemalizm’in Değil, Rabbimizin Kuluyuz!” çağrılarımızla direnç gösterdik ve şimdi göstermeye de devam etmeliyiz.
Ait olduğumuz şey, İslâm dairesidir ve “Ben Müslümanlardanım!” diyenlerin yanıdır. Varlığımızı ancak Allah’a ve O’nun dinine, Rasulü Hz. Muhammed (s)’ ‘in yoluna armağan edebiliriz. Bizler, Müslüman olmayı tercih ettiğimizde; yalnız Allah için yaşamaya ve yine yalnız Allah için ölmeye karar verdiğimizi ilan etmiş oluruz. İnşallah bu ilanımızı son anımıza kadar sürdürmeli, çoğunluğun, güçlü olanın değil, Rabbimizin razı olacağı bir neticeyle emaneti sahibine teslim etmeye çalışmalıyız.
[1] Mücadele Suresi 19
[2] bkz. 66/Tahrim Suresi 6
[3] En’am Suresi 162, 163
[4] Al-i İmran Suresi 85
(Köklü Değişim dergisinin Eylül 2018 sayısı için yazdığımız makaledir)