İnsan yönetimini ele alan her dünya görüşü, o görüşün ortaya konmasında çaba harcayan kişilerin bakış açıları ve çevre koşulları ile direkt olarak ilgilidir. Genelde batının kendi iç problemlerine alternatif olarak beliren bu ideolojiler, vahy’e dayanmadığından uygulamalarında, çelişkiler ve çatışmalar asla eksik olmaz. Laiklik ve demokraside, bahsettiğimiz bu akımlardan en popüler olanlarıdır.
Tahrif edilerek, hiçbir toplumsal faydayı gerçekleştiremeyecek hale getirilen bozuk hristiyan anlayışı, oluşturmuş olduğu din adamlığı, ruhbanlık müessesesi ile din adına her türlü vahşet uygulamalarının içinde yer almıştır. Kilise ve kral ortak zulmünden dolayı olgunlaşan Fransız devriminin sonucunda, dini kullanarak, sömürü ve hak ihlallerini gerçekleştiren kilisenin, yönetime müdahale etmemesi olarak tanımlanan laik anlayış hakim kılınmıştır.
İşte bu noktada İslam dünyasında temel bir problem ortaya çıkmıştır. Batıda kilise ve din adamları zümresinden kurtulmanın çaresi olarak sunulan Laiklik, nasıl olurda sosyal hayatı imar etmek için nazil olan ve her türlü sınıfsal bölünmenin karşısında yer alan Kur’an’a ve O’na iman ettiğini açıklayan insanların bir arada yaşadığı toplumlara ithal edilebilmiştir?
İnsanları kullara kulluktan kurtarıp, sadece Allah’a kul yaparak ve bu şekilde hem dünyevi huzurun ve adaletin sağlanmasını, hem de insanların önüne bu hizmetlerinden dolayı ebedi olan nimetlerle dolu bir hayatı vaat eden İslam’ın insan hayatından soyutlanması tabii ki asla sindirilememiştir.
Laiklik için söylediğimiz tüm bu sorunlar, demokrasinin uygulanması safhalarında da görülmüştür, görülmektedir. İnsanların Allah’a gereği gibi iman etmelerinin ve hayra çağırmanın, iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın, kurtuluşa ermenin temel şartı olarak kabul eden bir dinin mensuplarının, Allah’a iman etmede insanı muhayyer bırakan bir dünya görüşü ile adaptasyon sorunu yaşamasına şaşırmamalıdır.
Demokrasi, halkın yönetime katılması ve çeşitli özgürlüklerin vaat edildiği bir dünya görüşü olarak tanıtılmakla beraber, biraz tefekkür ettiğimizde egemen güçlerin ve sermaye sahiplerinin toplumlara hükmetme aracı olarak, tıpkı laiklik gibi her yöne çekilebilmiş ve farklı tanımlanmış bir ideoloji olmaktan kurtulamamıştır. Esasında ana problem, demokrasinin 20. yüzyılda ululanan bir yönetim biçimi haline getirilmesidir. Halk egemenliğinin kutsanarak yönetimde esas kabul edilmesi Allah’ın hakimiyetinin göz ardı edilmesi anlamına gelmiştir.
Bu konuda üstat Mevdudi şunları söylemektedir : “Batı demokrasisinin felsefi temeli, halkın hakimiyetidir. Kanun yapma onların imtiyazıdır. Eğer hususi bir kanun kalabalıklar tarafından istenirse, dini ve manevi noktai nazarından ne kadar kötü görünürse görünsün, onun kanun kitabına konulması için gerekli teşebbüslerin yapılması gerekir. Eğer halk, herhangi bir kanunu sevmez ve onun kaldırılmasını isterse, o, ne kadar mükemmel ve doğru olursa olsun hemen silinmelidir. İslam’da keyfiyet böyle değildir. İslam’da batı demokrasisinin hiçbir işi yoktur. Daha önce de izah edildiği gibi İslam, halk hakimiyetini tamamen reddeder ve siyasetini Allah’ın hakimiyeti ile insanın vekilliği/halifeliği temelleri üzerine kurar.”(İslamda siyaset nizamı Hilal y. s:32)
Şehid Seyyid Kutup’da egemenlik ile alakalı olarak; “İslam, bütün hükümdarların ve başkanların çeşitli güç ve kuvvetlerini ellerinden alarak, her türlü kanun koyma hakkını Allah’a tevdi etmiş ve bu kanunları yürütecek kişileri seçme hususundaki her türlü yetkiyi de millete devretmiştir.”(İslami Etütler Hilal y. S:18) diyerek demokrasiyi halkın yönetime katılmasını sağlayan bir yönetim biçimi olarak görenlere de İslam’ın içinden cevap vermektedir.
Sorgulanması gereken bir diğer durum, Demokraside iddia edilen halkın hakimiyetinin ne derece gerçek olduğudur. Sunulan; başrollerinde birilerinin yer aldığı, halkın ise figüran olarak, beş yılda bir sandık başına gidip kendisini tatmin ederek avuttuğu, senaryosu önceden belirlenmiş bir oyundur. Bu oyunun en ilginç yanı da belli kurallarının olmaması veya önceden belirlenen kurallarının istenildiği zaman başrol oyuncuları tarafından değiştirilebilmesidir. Örneğin, halkın çoğunluğunun seçmiş olduğu kişiler, dört, beş elin havaya kalkması ile bu seçilmişlik vasıflarını kaybedebilirler.
Yine halkın seçtikleri, idam edilebilir veya sürgüne gönderilebilirler. Referanduma gitse çok büyük bir farkla halkın desteğini kazanacak meseleler, sadece birkaç kişinin yaptığı yönetmelik maddeleri ile yasak edilebilir.
“Ebedi özgürlük harekatı” isimleri ile demokrasi ve özgürlük getiriyoruz iddiasında bulunan emperyalist batı demokrasisinin sonuçlarına da bir göz atalım : Kan, vahşet, katliam, tecavüz, uyuşturucu, sapıklık, iç savaş, huzursuzluk, yokluk, kargaşa…..
Demokrasiye sadece bir yönetim biçimi olarak yaklaşıp, “İslam’da demokrasi vardır” veya “İslami demokrasi” ifadelerini kullanarak demokrasi ile İslamı uzlaştırma gayretleri üzerinde de durmamız gerekir. Burada yönetim biçiminden ziyade neyin referans alınacağının gözden kaçtığını görmekteyiz. Temel referans olarak millet iradesini alan demokrasiye karşılık, İslam’da referans alınması gereken temel kaynak VAHY’dir. Birisi meşruiyetini halktan diğeri ise Hak’tan almaktadır. Bu temel akide farklılığına rağmen örtüştürme çabaları hayret ile karşılanacak boş bir gayrettir.
Hiçbir zaman tek bir tanımı olmayan, isteyenin istediği her şekilde tanımlayabileceği elastik bir dünya görüşü olan demokrasi, diğer tüm batı menşeli kavramlar gibi batının kendi şartları içersinde değerlendirilmesi gereken bir ideolojidir. İslam, hayatın her alanını doldurabilecek değerler bütünüdür. Mü’minlik ve Müslümanlık yanına hiçbir ek kabul edemeyecek kadar geniş, değerli ve yeterli sıfatlardır. Tek yapmamız gereken mağlupluk psikolojisinden sıyrılarak kendi öz kaynaklarımıza Vahy’e dönmemizdir. Çünkü Vahy’den faydalanarak, ders çıkaracak olanlar ancak gerektiği gibi sakınarak ona yaklaşanlardır. Unutmamalıyız ki, İslami geleneğin kendi dinamiklerini harekete geçirmesi İslamın bu tür kavramlarla birlikte anılmamasını da peşinden getirecektir.