Yenidünyanın üzerimize bıraktığı en büyük hastalıklardan birisi duyarsızlık olsa gerek. İlgisiz, etkisiz tavra sahip, üç maymunu oynayan insanlarla doldu etrafımız. Cam ekranlara yansıyan görüntülerin sıradanlaşması, konfor ve sahte iktidar olgusu, beklenen feryatların, isyanların ortaya çıkmasını engelliyor. Gerçek gündemler ıskalandığından üretilip servis edilenlerle meşgul oluyor insanlarımız…
Oysa sorumluyduk etrafımızdan, ailemizden, komşularımızdan ve bir arada yaşadığımız toplumdan. Her çıkışın, kıyamın ilk adımı olan farkındalık bilincine sahip fertler olarak, ellerimizde tuttuğumuz bu cevhere karşı cimri davranamazdık, davranmamalıydık. Cehaletle, tahrif edilmiş dini yorum ve pratiklerle, oyunla, eğlenceyle aldatılan, uyuşturulan, yönlendirilen, insanlar için ulaşması neredeyse imkânsız olan “fark etme, farkında olma” bilincinin temsilcileri olarak sahada, meydanlarda olmalıydık.
Çünkü hesabını vereceğiz yaptıklarımızın ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızın… Allah’ın lütfu olan yeteneklerimizin, gücümüzün, bilgimizin ve gençliğimizin hesabını vereceğimize iman etmiştik. Kurtuluşa ermek için, kişiye özel saklı iman ve amellerin yetmeyeceğini, hâkkın, doğrunun tavsiyesiyle yoğunlaşan bir gündemimiz olması gerektiğine inanmıştık.
Bu inanç, iktidar büyüsüyle terk edilemeyecek kadar sağlam olmalı değil miydi? Varlık gerekçemizin üzerini örten haz merkezli bir yaşam tarzıyla yer değiştiremeyecek kadar ulvi ve yüce görülmeli değil miydi?
Merkezinde insan olan bir dinin mensupları, insandan kopuk, uzak, içe kapanık duruşlar sergileyemez. İlişkiler, çıkar, rant yani fayda üzerinden yürütülemez. Çünkü bu tür menfaatlerin bozulmaması veya sahte korkular sebebiyle gizlenen, gündeme getirilmeyen hakikatler hesabımızı zorlaştırır. Yakamıza yapışacak olanlar, “niçin anlatmadın, niçin bilgisine sahip olduğun hakikati benimle paylaşmadın, sen uyanmış olduğun halde niçin beni uyandırmadın” dediklerinde ne cevap verilmesi düşünülüyor…
Mekke’de otoriteyi, yönetimi büyük bir fetihle devralmış öncü şahsiyetlerin yaptıkları hikâyemi gözüküyor yoksa… Hz. Ebubekir(r) sürgün edildiği toprağına güçlü bir şekilde girdiğinde ilk önce henüz iman etmemiş babasının yanına koşuyor, ihtiyar babasını tekrar imana davet ediyordu. Baba iman etmemiş, bütün Mekke Ebubekir’in olsa ne olurdu.
“Farkındalık”olarak tanımladığımız bilinç haline ulaşmak ve toplumun kaybettiği duyarlılık halini yakalamak nereden başlamalı sorusunun da cevabıdır.
Yalnız Allah’ın rızasını gözetme endişesi, sadece O’na teslim olabilme bilincine sahip olmak ve ahiret merkezli bir hayatı öncelemek “farkındalık” olarak tanımladığımız tavrın olmazsa olmazlarıdır.
Mekke cahiliye toplumunun da yitirmiş olduğu bu duyarlılık hali, Hz. Peygamber(s)’in vahy merkezli çabasıyla inşa edilmeye çalışılmıştı. Allah’ın birliğini ve Muhammed(s)’ın Resul olduğunu kabul eden seçkin fertler, Dar’ul Erkam’da “farkındalık” düzeyini yakalayacak eğitimden geçirilmekteydi. Bu eğitim neticesinde daha düne kadar sorumsuzluğun kuşattığı, tutkuların kendilerini oyaladığı kişiler, attıkları her adımın hesabını yapar hale geldiler. Konuştukları her sözün, kulak verdikleri her sesin, baktıkları her yerin meşruiyetini sorgulayan bir hassasiyete sahip olmuşlardı artık…
“Allah giriştiğim bu işte ne diyor, ne istiyor, ne bekliyor”endişesi, bu saadet devri insanlarının örnek alınması gereken ahlakı haline gelmişti. Artık baltalarını vurmak için kaldırdıklarında ağacın yaş olup olmadığını dikkate alıyor, pazarda sattıkları ürünün özelliklerini olduğu gibi anlatıyor, boş ve faydasız seslere kulaklarını tıkıyor, konuştuklarında doğru ve ıslah edici cümleleri seçmeye özen gösteriyorlardı.
Elleri, gözleri sadece nikâhlı eşlerine odaklanıyor, zaman, ibadetler merkeze alınarak programlanıyordu. İnsanlara statü, mal, mülk kriterleri ile değil, iman, inkar ölçeğinde yaklaşıyorlardı. Planlarını, hatta hayallerini bile artık imanlarının gösterdiği yüce hedefler belirlemekteydi. Fethedilmesi gereken yüreklerin kendilerini beklediği heyecanıyla yerlerinde duramıyor, kendi kıyametleri gelmeden önce insanlara ulaşabilme derdiyle yanıp tutuşuyorlardı.
Ellerindeki Kur’an nimetinin değerini ve mutlak doğruluğunu keşfetmiş, bu değerlerin tüm yeryüzüne ulaştırılması gereken hükümleri içerdiği bilinciyle cehd ve çaba sarf ediyorlardı.
İmanın farkındalardı, görevlerinin farkındalardı, sorumluluklarının farkındalardı, beklentilerin farkındalardı. Hepsinden önemlisi akıbetlerinin kendi ellerinde olduğunun farkındalardı.
Şimdi yeniden bu farkındalık bilincini yakalayabilmeli, Mekke cahiliyesinden daha fazlası olmayan günümüz cahiliye örtüsünü kaldıracak ellerin bizlerin elleri olduğunu bir an önce kavrayabilmeliyiz.
Otuzlu yaşlarına gelmesine rağmen babaya, anneye, çevreye bağımlı yaşayan, düşünemeyen, üretemeyen, uyuşturulan insanların yitirdikleri en temel duyguyu onlara hatırlatmalı ve sorunlu insanlardan sorumlu fertler çıkartabilme çabasıyla işe koyulmalıyız.