Kolay değil, yeryüzünü kana bulayan ABD’nin eline düşeceksin, işkencelerine maruz kalacaksın. Irak’lı dostlarının, komşularının, akrabalarının ölümlerine şahit olacaksın.Ve tüm bu yaşananlara sakat bir el, yorgun bir beden ile karşı koyacaksın. Hem de her türlü riski göze alma pahasına, yaşanılanları gündem yapabilmek için sınırlar ötesi koşturacaksın.
Alışık olmadığımız bir samimiyet değil mi? Birilerinin sadece tankların sesini duyup sona erdirdikleri faaliyetlerini düşününce vay be diyesi geliyor adamın. Hem de bu tanklardan gelen ses, asfaltta çıkardığı gacırtılardan başka bir şey değildi. Bu gacırtılar bile yetmişti kapılara kilit vurmaya.
Hacı Ali El- Kaysi de tankların sesini duydu. Ama O’nun duyduğu tankların kustuğu bomba sesleriydi. Evleri yıkıyordu bu tanklar, mescidleri yerle bir ediyordu. İnsanlara ölüm kusuyordu acımasızca. Çocukları, kadınları yok ediyordu. Evet Hacı Ali’de tank sesi duymuştu ve onun duyduğu tank sesleri sadece şubat ayında çıkarmamıştı sesini, bu tanklar 36 aydır aralıksız çalışıyordu.
O duyduğu bu sesten dolayı sinmedi. Çıkan gürültülerden dolayı köşesine çekilmedi. Aksine halkının, kardeşlerinin yaralarını sarabilmek için dernek kurdu. Kendisine yapılanların daha fazlasına muhatap olan tutsakların mağduriyetini dile getirebilmek, onlara çözüm bulabilmek için koşturmaya başladı.
Evet İstanbul’dan bir Hacı Ali geçti, tüm vakarı ve izzetiyle. Bazen hiddetlenen gözlerine şahit olduk, bazen yaşlar aktı o gözlerden.
Çok şey öğendik bu dört günlük birliktelikten. Sınırların ne kadar aldatıcı olduğunu, film gibi seyrettiğimiz, ta uzaklarda diye ihmal ettiğimiz işkencelerin ve mağdurlarının bize ne kadar yakın olduğunu. Bize çok yakınlar onlar, nasıl ki uğradıkları işkencelerin bize yaklaştığı gibi…
Sonra kucaklaşmayı öğrendik El-Kaysiden, candanlığı, içtenliği gördük. Hiç sarılamıyorduk bir arada olduğumuz yakınlarımızla böyle. Unutmuştuk içtenliği…
Yemek sofrasında ki göz yaşlarına şahit olduk. Irak’ta ki kardeşleri aklına geldiğinde hüzünlenerek sofradan elini çekmesine tanık olduk. “Siz her istediğinizi yiyor musunuz burada” derken biraz şaşkınlığına, biraz da sitemine muhatap olduk. Doğru ya biz sofralarımızda ne zaman düşünüyorduk Irak’lı, Çeçen, Afgan kardeşlerimizi… Doğru ya canımızın her istediğini yiyorduk, giyiyorduk…
Tevazu öğrendik ondan, sürekli kendisine odaklanan soruları geçiştirip, “benden daha ağır işkencelere uğrayan alimler var” diyerek başlıyordu ve onları anlatıyordu. Mücadelesinin şahsileşmesine asla müsaade etmiyordu.
Hediyeleşmeyi hatırladık onun vesilesiyle… Gittiği her yerde, herkese küçük de olsa bir şeyler verme telaşına şahit olduk.
Birde mizahı öğrendik ondan, yaptığı küçük şakalar, mırıldandığı Arapça marşlar ile mutlu olduğunu gördük.
Basireti öğrendik ondan. Irak’ta ki tüm iç karışıklıklara rağmen kuşatıcı, bütünleştirici mesajlarına şahit olduk. Bizlerin buralardan parçaladıklarını o toplamaya gelmişti adeta… İşgalci ve işgale karşı olanlar diyordu sadece, hedefi bire indiriyordu.
Umudu öğrendik ondan, ağrıyan eline, yorulan vücuduna, ateş üzerinde ki yolculuğuna, altı aylık çocuğunun özlemine rağmen, kovacağız diyordu işgalciyi topraklarımızdan Allah’ın izniyle… Biz iyiyiz diyordu. Sizi hüzünlendirmek için gelmedim diye ekliyordu.
Bir de duasına tanık oldum, Peygamber(s.a.v.)’in Uhud’da şehid olan amcası gibi, şehadet temennisine…
Evet İstanbul’dan Hacı Ali El-KAYSİ geçti. O mağdurdu değil mi? Biz onu teselli edecektik değil mi? Ama onu görünce, gerçek mağdurun kim olduğu daha iyi anlaşıldı. Gerçek teselliye ve nasihate kimin daha çok ihtiyacının olduğu görüldü.
O ayrılırken umutluydu, başkanı olduğu Amerikan işgal hapishaneleri mağdurları derneğinin işlevini yerine getirmesinin tebessümü vardı gözlerinde.
Ondan öğrendiklerimiz kaldı ardından ve “işgalden kurtulmuş, özgür bir Irak’ta buluşacağız inşallah” diyen sözleri…