Kurtulmak deyince zihnimizde ne çağrışmaktadır? Zihinleri dünyevi değerler ile yoğrulmuş günümüz insanının, zafer, sevinç, hüzün anlayışı hep dünyalık bir sonuca karşılık geldiğinden önce kurtulmaktan ne anlamamız gerektiğini tanımlamak gerekir. Somut, elle tutulur yani dünya ölçüsü ile değerlendirilen bu kavramlara Allah(c)’ın bakmamızı istediği yerden bakamazsak doğru sonuçlara varamayız.
Hayatımızda etkin rolü olan bir engelin bertaraf edilmesi zafer gibi gözükebilir. Elde ettiğimiz diplomanın, kazandığımız bir ihalenin, galip geldiğimiz bir müsabakanın sonuçları dünya ölçüsü ile değerlendirilince zafer ve sevinç anlayışının beşeri kalıplara oturtulması kaçınılmaz olacaktır.
Bir dostumuzu kaybettiğimizde, iflas, mal kaybı ile karşılaştığımızda, hak etmediğimiz ithamlara maruz kaldığımızda hüzünlenir ve üzülürüz. Bunlar insani duygulardır. Bu duyguların önüne geçilmesi, kazınması beklenemez. Ama hayatımızın tümünü olduğu gibi duygularımızı da İslama teslim edebilmeliyiz.
Bedir’de İslam ordusunun karşısına kervan yerine güçlü bir müşrik ordusu çıktığında bu onlar için karamsar bir tabloydu. Onları sevindirecek olan zayıf kervanla karşılaşmaktı. Ancak Allah(c.)’ın katında düşman ordusunun oraya gelmesi, bertaraf edilmesi, gerçek bir sevinç ve zaferin adı olmaktaydı.
Yaşanan bir savaşın en kızgın anından müşrik bir askerin kılıcı ile yere yıkılan İslam ordusunun bir neferi “Allahu ekber kazandım” diye bağırarak can veriyordu. Müşrik askere göre kendisi kazanmıştı. Ama kazandım diye bağıran öldürdüğü rakibiydi.
Hudeybiye’de yaplan on yıllık barış anlaşması, bazı Müslümanların zihninde geri adım olarak görülmekteydi. Mağlubiyetti birilerine göre… Ama zaman gösterdi ki bu süre Mekke’nin fethine kadar uzanan bir yolculuğun ilk adımıydı.
Görülüyor ki Müslümanlar hayatın her alanını nasıl Allah(c.)’a adamaları gerekiyorsa, duygularına da, imanları ve imanlarının şekil verdiği değerler üzerine yön vermeleri gerekiyor.
Allah (c.)’a karşı olan kulluk vazifelerimizi yerine getirmek, çekilen sıkıntı ve zahmet sonucu O’nun rızasına ulaştıracak eylemler içerisinde bulunmak, mutluluğun ve sevincin temel gerekçesi olmalıdır. Cahiliye içerisinde yüzen bir insanın hidayetine vesile olmak, nefsin bitmek bilmeyen davetine direnç göstermek, helal kazancından cömertçe harcayabilmek, kafir güçlerinin saldırısına karşı İslam ordusunun mevzilerinde nöbet beklemek, o güçlerin bertaraf edilmesi için zorlu, çileli seyahatleri göze almak, mutluluk ve sevinç sağlayan gerçek amellerdir.
Müslüman kardeşinin zulme maruz kalması, fitnenin alabildiğine yaygın olması, İslami değerlerden mahrum bir neslin varlığı, İslami hükümlerin bireysel ve yönetimsel bazda dikkate alınmaması, insanlığın beş temel insani emniyetten yoksun olması bizleri hüzünlendiren hadiseler olarak kabul görmesi gerekir.
İşte Ramazan ayı bu duyguların da hesaba çekildiği bir ay olarak görülmelidir. Kişi kendisine, nelerle heyecanlanıp, nelerle hüzünlendiğini sorabilmelidir. Ümmetin derdini giderebilme adına önümüzdeki on bir ayın nasıl inşa edilmesi gerektiğinin planlaması yapılmalı, derdim İslam, sevincim İslam, hüznüm İslam diyebilen yüreklerle meydanlara, sahaya geri dönülebilmelidir.
Asla bir hobi ve boş zamanlarda takılma ortamı olarak görülmemesi gereken İslami çalışmalar, evrensel İslami hareketin devamı niteliğinde değerlendirilmeli, kişi Peygamberlerin derdini dert edindiği düşüncesiyle, ciddiyetle işine sarılmalıdır.
Sorumluluklarımız büyük, işimiz zamanımızdan çok daha fazla… Önümüzdeki on bir ayın yüreğimizde bir parça huzur ve mutmainlik bırakmasını istiyorsak şimdiden nerede yerimizi alacağımızı ve kendimize bu mücadele içerisinde nasıl bir rol biçtiğimizi belirlememiz gerekiyor.
Bir kişinin Allah’ın dininden haberdar olması bizim ellerimizle olacaksa varsın kuru ekmek yiyelim, Allah bizden hoşnut olmayacaksa bütün dünya bizim olsa neylerim…