Son dönemde karşılaştığımız en büyük sorun, Müslümanların, içerisinde bulundukları sistemi tanımlayan temel prensipleri benimsemiş bir üslup ile değerlendirmelerde bulunmaları ve stratejilerini buna göre belirlemeleridir. Bu yaklaşım aslında çok ciddi bir zemin kaymasıdır.
İslami değerleri düşman kabul ederek, ulusal, laik, kapitalist tercihlerle yeni bir toplum inşa etmeye çalışan egemen anlayışın kurduğu “rejim”, yıllar yılı “La” ile reddedilmesi ve beri olunması gereken bir cahiliye sistemi olarak görülüyordu. En azından “şer’i hukuk”, “İslami yönetim” kavramlarını kullananlar tarafından durum böyleydi.
Fakat ne değiştiyse bu söylemin savunucusu birçok Müslüman artık laik sistemin anayasasının tadil edilmesine destek vermekte, hazırlanmakta olan yeni anayasanın içeriği hakkında öneri sunarak sahiplenir bir tavır almaktadır. Akide ve siyaset ayrımları yapılmakta, Anıtkabir önünde gerçekleştirilen törenlerin dayanağı Mekke’de Resulün örnekliğinde aranmaktadır. Anayasamız, bayrağımız, devletimiz gibi sahiplenici ifadeler kullanılmakta, sorgulamak, islami olanı model olarak sunmak yerine mevcuttan taraf olmak tercih edilmektedir.
Bu ülkede Müslümanca bir yaşam, teori, fikir üretmemiş, aksine halka rağmen, balyozla halkın ensesine vurarak gerçekleştirilen devrimlerin sahibi olan kurucu lidere methiyeler dizilmekte, O’nu İnönü’den ayrıymış gibi gösterip masumlaştırmaya çalışan çabalar içerisine girilmektedir.
Kendi fikrine, inancına karşı mutmain olmamış, “… eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz.” (3/Al-i İmran 139) hakikatini kavrayamamış olanlar, ötekine sığınma veya ötekini de kabul ederek onunla kendini özdeşleştiren bir duruş sergilemeyi artık tercih eder olmuştur.
Evet, artık itiraf etmenin vakti çoktan gelmiş hatta geçmektedir bile… Kemalist devrimlerin şekli, sembolik düzenlemelerine karşı, sadece o değişen sembolik uygulamalardan rahatsızlık duyan, o devrimlerin mimarı Mustafa Kemal’in babası, anası ve içki masasına indirgenmiş bir muhalefet sergileyenlerden ilkeli bir hareket oluşturmaları beklenemezdi ve beklenmemeliydi.
Çünkü başörtüsü, ezan, Kur’an eğitimi gibi gasp edilen sembolik haklar, posası çıkmış, artık zihnen tahrip edilmiş, kirlenmiş ve batı normlarına göre dönüşüme uğramış kitlelere geri verildiğinde şikâyet edilmesini gerektiren hiçbir şey ortada kalmayacaktı. Hatta devletin açtığı imam hatiplerden çıkmış bir devlet başkanı gerçeği ile karşı karşıya kalındığında, bırakın şikâyeti rejimle barışan, onu kabullenen, en çok sahiplenen kişiler olarak geçmişin muhalifleri karşımıza çıkacaktı. Öyle de oldu.
Allah(c)’ın hükmüne dayanmayan, O’nu referans almayan tüm sistem ve hayat anlayışlarının reddedilmesinin imanın anahtarı Kelime-i Tevhid’in zorunlu bir şartı olduğu ciddiyetiyle değerlendirme yapılamadı. Oysa vahye dayanmayan günümüz cahili sistemi bilinçli, ilkesel tavırla reddedilmeliydi. Zihni anlamda savrulmuş bir nesli yeniden imanla, ilk temel kaynak olan Kur’an’la buluşturup özgün, bağımsız bir islami toplum inşa etme gerekliliğinin asıl işimiz olduğu fark edilmeli, zor olan, çaba ve bedel isteyen bu uğraşı tercih edilmeliydi. İnsanların içlerine dâhil olmayı arzulayacağı imani bir şahitlik oluşturulmalı, budandıkça yeni filizler veren, kökleri sağlam bir ağaç gibi olan yapılanmaların yolları aranmalıydı. Kitab’a, Sünnete, kavramlara, sisteme, tarihe ve dünyadaki gelişmelere karşı bakışımızda yine vahyi rehber alarak güçlü bir mutabakat sağlanmalıydı.
Tevhid dininin ilk öğretmenleri Resullerin, gönderildikleri cahiliye toplumlarını kökten reddeden, onlarla hiç ama hiçbir konuda paralel hareket etmeyen, cahiliye sistemlerinin kendi iç işleyişlerine müdahil olmadan sadece Allah(c)’ın yönlendirdiği bir yöntemi takip eden, net, bulanık olmayan bir söylemi tek başlarına da kalsalar istikrarlı bir şekilde tebliğ eden ve bağımsız bir islami çalışmayı inşa etmeye çabalayan duruşları anlaşılamadı.
Veya bu zahmetli, meşakkatli, uzun soluklu çaba isteyen nebevi süreç, bu şahıslarca kendilerine uzatılan mikrofonlar, tanınan imkânlar, açılan sayfa köşeleri, bağışlanan mekânlar uğruna terk edildi.
İlkesiz siyasallaşmaya dayalı İslamcılığın ubudiyeti parçaladığını belirten yazar Mehmet Pamak’ın şu sözleri üzerinde biraz daha fazla düşünülmeli değil mi?
“Gelinen noktada, kendini “İslamcı” olarak tanımlayan ya da öyle tanınan neredeyse bütün yazarlar, aydınlar, yazılı ve görsel medyada yazarken ya da konuşurken, artık Kur’ani kavramlarla konuşmaktan, İslami kimlik, ilke ve ölçüleri açık bir biçimde ibraz etmekten özenle kaçınıyorlar. Doğrudan İslami inanç, amel ve bütüncül hayat tarzını ve cahiliyenin geleneksel ve modern türevlerinden beri olan ve ayrışmış taraflarını değil de, kendi zanlarınca cahiliye ile örtüşen, benzeşen yanlarını öne çıkarmaya çalışıyorlar. Üstelik bunu da, İslami ölçüleri saptırarak, cahiliye sistemi ve cahiliye toplumuna yaranma, itibar ve kabul görme, sığınma refleksiyle, akredite ve medyatik olma pragmatizmiyle yapıyorlar. Yandaş medyada yazan ve konuşan neredeyse hiçbir yazar ya da konuşmacı, İslami çözüm ya da alternatifi gündemleştirmiyor. Büyük ekseriyeti, sistem içi değişime, mevcut şartlarda görece iyileşmeye endeksli yazıp konuşuyorlar. Uzun süredir böyle yaptıkları için de yeni hali kanıksayıp, artık İslami sorumluluklarını unutmuş görünüyorlar.”
Yıllardır kanaatlere önderlik yapanların bu hızlı ve dengeli olmayan değişimi, sağlıklı öncü bir örnekliğin niçin görülemediğinin cevabını da içeriyor olsa gerek.
Bugün geldiğimiz noktada, bu örnekliği gösterecek, Kur’an’a Davet edecek öncülerin varlığına her zamankinden daha fazla ihtiyacımızın olduğu çok açık bir gerçek.