Oca
01
Gönderen: admin, Makale, Ocak-1-2013

Takvimler, işlerimizi, çalışmalarımızı programlamamızı sağlar. Aynı zamanda her geçen süre, kişinin durumuna göre kaybedilen, boşa geçen bir yıl veya geleceğe umut taşıyan bir zaman süreci olarak değerlendirilir.

Bugün, içerisinde bulunduğumuz ve bizlere resmi olarak dayatılan miladi takvime göre yeni bir yılın başladığına şahit olmaktayız. “2012 yılı daha yeni başlamıştı ne zaman bitti” diyenleri duyar gibiyim. Evet, ömür çabuk geçiyor. Zaman tükeniyor. Takvim yaprağından bir yaprak değil, bir yıl daha kopartıldı.

Ömrünü nasıl geçirip, gençliğini nerede harcadığının hesabını vereceğine iman eden Müslümanlar açısından her biten bir gün, geçen bir yıl sadece muhasebe işlevi görerek kişiyi düşünmeye sevk etmelidir.

 Ne haldeyiz, ne yapıyoruz, ne yapmalıyız…

Evet, bugün Müslümanlar üzerlerine ölü toprağı serpilmiş gibi miskin ve donuk bir haldeler. Allah(c) tarafından verilen yeryüzü halifeliği görevini yerine getirebilecek sorumluluk duygusundan oldukça uzaklar. Peşinen yenilgileri kabullenmiş, ezikliği içselleştirmiş, zorba dayatmalara karşı kaderci bir mantıkla teslim olmuş bir görüntü çizmekteler.

Bu tavır aslında imani bir problemdir. Allah’a ve onun dinine, olması gerektiği gibi teslim olamamış kalplerin yer aldığı bedenlerdir bu tavrı sergileyen. Dünyayı ve içinde ki geçici nimetlerden geçemeyen, sahip olunan bu imkânları kaybetme endişesidir bu tavırların sebebi.

Doğrudur yeryüzü çatışmalardan kendini kurtaramamaktadır, Müslümanlar bu çatışmalardan en çok zarar görenlerdir. Doğrudur bizim yurtlarımız işgal altındadır, bizim çocuklarımız, kadınlarımız, yaşlılarımız toprağa düşmektedir. Geleceğe umutla bakacak projeler geliştiremeden, düşünme fırsatını elde edemeden yok edilen bizim gençlerimizdir. Doğrudur, iman edenlerin emanetli ellerine bırakılması gereken yeryüzü zalim zorbalar tarafından ifsad edilmektedir. Doğrudur, bizlerin temiz elleri ile imar edilmesi gereken, korunması, gözetilmesi gereken ibadet mekânlarımız işgal altındadır. Doğrudur, içimizde secde ettiğini gördüğümüz kişiler bu fasid gruplarla dost olmuşlardır, onların emellerine uygun hareket emektedirler. Doğrudur teknolojik olarak geri kaldık, kendi aramızda bölündük, fırkalara, ayrıldık. Doğrudur, bize yol gösterecek, toparlayacak öncü ilim ehlinden yoksun bir dönemdeyiz. Doğrudur, doğrudur…

Bu ve bunun gibi doğrulayacağımız o kadar çok hadise var ki. Peki bu gerçekleri doğrulamak, onları kabullenmek demek olabilir mi? Tüm bu doğruların farkında olmak, onları olağanlaştırma, normal karşılama duyarsızlığına sahip olmamız için bir gerekçe olabilir mi? Tabii ki hayır ve asla…

Hz. Muhammed (s) ve seçkin öncü dostları benzer durum karşısında nasıl tavırlar takındılar, bir hatırlayalım. Kâbe putlarla dolu, her yer müşriklerin kontrolünde, alenen “La ilahe illallah” diyenler dövülmekte, işkenceye maruz kalmakta… Kendilerine kitap indirilmiş olanlar, yahudiler son peygamberin kendilerinden gelmesi gerektiği düşüncesi ile ırkçı bir anlayışla hazımsızlık ve düşmanca bir tavrı kuşanmışlar. Çevredeki en güçlü devletlerin biri, ateşe tapan İran, diğeri hristiyan Rum imparatorluğu…

Bu saydıklarımızda Peygamber ve dostlarının doğrularıydı. Ama bu doğrular onlar için sadece bir durum tespitiydi. Sahiplenmek ve çaresizlikler içerisinde ağıtlar yakmak değildi onlara düşen. Görevleri, anın vecibelerine sarılmak ve kulluk sorumluluklarını ihmal etmemekti.

İçinde bulunduğumuz konum ne kadar kötü olursa olsun tepkisiz kalmak veya tepkisizliğin diğer bir yansıması olağan karşılama, imani bir sonuç asla olamaz, olmamalıdır. Müslümanın bulunduğu her koşul için gerçekleştirmesi gereken vazifeler vardır. Fakat bu vazifeler, asla zalimin zulmüne ortak olunacak bir tavrı kapsamaz.

Rabbimiz Allah(c),“Gevşemeyin üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz.” (3/Al-i İmran139) buyurmaktadır.

Evet, iman edenler, Allah’tan gerektiği gibi sakınanlar, üstündürler. Yeryüzünün imarı bu adaletli ellerin vazifesidir. Müslümanlar bu ayeti kerime ışığında bir an önce özgüvenlerini kazanmalı, yeryüzünde ki asli sorumluluklarının farkına varmalıdırlar. Yukarıda saydığımız doğrular bizler için sadece bir tespittir. Tabloyu önümüze koymak ve bu tablo karşısında ki kulluk görevlerimizin ifasına başlamak gerekmektedir. Bu doğruları saymak, sürekli ezilmişlik edebiyatı yaparak gündem oluşturmak asla olmamalıdır. Bizim malzememiz mazlumiyetimiz değil, geleceğe ilişkin projelerimiz olmalıdır. Toplumu inşa edecek, zihinleri, tasavvurları değiştirecek projeler olmalıdır bunlar.

Biz Müslümanlar olarak, teslimiyetçi, sürekli özür dileyen, hep savunma yapanların psikolojisinden arınarak, bize bahşedilen, insanlığın tek alternatifi olma nimetinin farkına varmalıyız. İnsanların imrenecekleri, içlerine dâhil olmayı arzulayacakları birliktelikler oluşturmalı, evlatlarımızı iman ediyorsan üstünsün, değerlisin özgüveni ile yetiştirmeliyiz.

 Hiçbir zaman unutmamalıyız ki yeryüzü Müslümanların adaletli, ellerine teslim olmaya gebedir. Yeter ki bizler, bunu görebilecek basirette olalım, idareye layık olabilecek Takva bilincine ulaşalım…


Comments are closed.