Giriş :
Cihad, Allah’ın hükümleri ile, vahiyle, insanlar arasına giren bütün engellerin, tuğyanın, şirkin kaldırılması için gösterilen her türlü mücadeleyi kapsayan bir kavramdır. Bu engellerin kalkması insanlığın muhtaç olduğu mesaja, Tevhide, adalete, esenliğe ulaşabilmesi için zorunludur. İnsanlar her türlü beşeri unsurlara kulluk yapmaktan kurtulup yalnızca Allah’a kul olması gerektiğini idrak etmelidir. Hayatın, ibadetlerin, ölümün sadece Allah için olması gerektiği inancına ulaşmalıdır. Geçici olanın değil ebedi olanın esas olduğunu, Tevhidi değerlerden uzaklaştıkça tüm şeytani tuzaklara karşı savunmasız kalacağını, haksızlık, sömürü, etnik çatışmaların girdabında savrulacağını anlamalıdır.
Allah’ın elçileri de, insanlar üzerinde tahakküm kurmuş, Râb’lik taslayan, onları kendi heva ve arzularına göre ortaya koydukları değerlere itaat etmeye zorlayan egemenlere karşı ses çıkarmak, kıyam etmek, onların karşısında durmak için gönderilmiştir. Hem o idarecilere, hem de o idarecilere isteyerek veya istemeyerek teslim olmuş, itaat etmiş halka, “yegane Rabbiniz Allah’tır. O halde kulluğu sadece ona yapın” çağrısında bulunmuşlardır. Nübüvvetin temelini, ana amacını bu oluşturur.
“Senden önce hiç bir elçi göndermedik ki, ona şunu vahyetmiş olmayalım: “Benden başka ilah yoktur, öyleyse bana ibadet edin.” (21/Enbiya 25, bkz.16/Nahl 36)
Allah, Peygamberlerini ve takipçileri olan tüm muvahhidleri, bu amacın gerçekleşebilmesi için cihad etmekle mükellef kılmıştır. Bizden, fitne kalkıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar Cihad içerisinde bulunmamız istenmektedir. İnsanoğlunun hayatlarını, düşüncelerini, konumlarını, sistemlerini, değerlerini, ölçülerini, ibadetlerini, kısaca herşeylerini sadece ve sadece Allah’a dayandırmasına dek bir mücadele içerisinde olmak gerekmektedir. (bkz. 2/Bakara 193)
Bu Cihad bilinci ihmal edildiğinde Müslümanlar zalimlerin, tağutların otoritesi altına düşmüşlerdir. Özgürlüklerini, saygınlıklarını, izzetlerini kaybetmişlerdir. Toprakları işgal edilmiş, kutsallarına el uzatılmış, hatta dinen en mübarek beldeleri Mekke ve Medine emperyalistlerin uşakları tarafından, Kudüs ise Siyonistlerce işgal edilmiştir. Tevhid harcı ile imar etmekle yükümlü oldukları yeryüzünde şirk sistemlerinin esiri, tutsağı olmuşlardır. Bu esaret sadece zindan hapsi olarak tasavvur edilmemelidir. Müslümanlar, İslami kimliklerinin gereği olan ibadetlerini yerine getirirken baskıya uğramakta, sınırlamalar ve yasaklarla karşılaşmaktadır. Alabildiğine sınırsız özgürlük! alanlarının açık olduğu toplumlarda ailelerini, evlatlarını koruyamayacak duruma düşmüşlerdir. Dini anlayışlarına müdahale edildiğinden, her türlü bid’at, hurafe ve batıl yorumların kıskacında saf vahyi doğrulara ulaşabilmekte zorluklar yaşanmaktadır.
Cihadi Hareket = İslami Hareket :
Topyekün bir kuşatma altında olmak ümmetin topyekün Cihadı terk ettiği anlamına gelmemektedir. Tarihin çeşitli dönemlerinde gerek egemen tağuti güçlere, gerekse emperyalist işgal güçlerine karşı Cihad bilinciyle tavır alan hareketler daima olagelmiştir. Ayrıca, İslam dışı tüm anlayışları cahiliye olarak değerlendirip toplumun ıslahına yönelik çabalar içerisinde bulunan hareketler ve hareket adamları da aynı şekilde Cihadi şuurla ortaya çıkmışlardır. Sınırlıda olsa, ölçü ve ilkelerde yetersizlikler de olsa, belli bir kesim muhalif tavrın ve ıslah bilincinin taşınmasına katkı sağlamıştır. Bu hareketler varlıklarını İslama dayandırdıklarından İslami Hareketler olarak tanınmakta, sürdürdükleri çaba, gayret ve mücadele ise Cihad tanımı içerisine girmektedir. Bu sebeple, mücadele etmeyen, cehd etmeyen bir oluşum “hareket” olarak tanımlanamayacağından her İslami hareket bir Cihadi hareket olarak değerlendirilmelidir.
Sadece Allah yolunda silahlı mücadele içerisinde bulunmuş hareketlere Cihadi hareket ve sadece bu mücadele içerisindeyken öldürülenlere Şehid denildiği kabul görürse, Müslümanların tarihinde halifelerin orduları, Müslüman devletlerin seferlere çıkan askerleri veya işgal edilmiş topraklarında silahlı direniş gösteren gruplar dışında Cihadi bir hareket görülmemesi gerekir. Ve de tarih boyunca hakkın, Tevhidin Şahitliğini yaparak geriden gelenlere büyük bir miras bırakmış Mü’min tanıklardan bahsetmememiz gerekir ki bu büyük bir vefasızlık olur…
“…İslâmî hareketin tek meziyeti dış ve iç sultalara karşı koyuşu değildi. Hem tek başına bu vasıf bir hareketi İslâmî kılmaya yetmezdi. Öyle olsaydı ilkesiz ve düzensiz olarak zulüm ve işgallere karşı ânî bir patlamayla ortaya çıkan kitlesel hareketleri; temeli belli bir ırkın, soyun, kabilenin üstünlüğü fikrine dayalı asabiyetçi hareketleri; zulüm ve sömürüye karşı ezilenleri savunduğunu iddia eden lakin değişmez değerlerden ve erdemli ilkelerden yoksun olan zümrevî ve ideolojik hareketleri de İslâmî saymamız gerekirdi. Oysa İslâmî hareket, İslâm’ın kendisinden ayrı ve bağımsız değildir. İnsanlığın mutluluğunu amaçlayan İslâm’ın yüce hedefleri, İslâmî hareketin de hedefleridir. Adı üstünde İslâmî hareket, İslâm’ın değişmez İlâhi değerlerinden yola çıkarak, onun reddetmediği bir üslupla insanın ve insanlığın ebedî mutluluğu idealini gerçekleştirmek için vardır Bu çerçevede yapılacak her şey ve bunları yapan birey, cemaat, devlet vs. gibi kurumsal yapıların tümü İslâmî hareket içerisinde değerlendirilmelidir.” (1)
Hilafetin Kaldırılması Ve Ulus Devletlere Geçişten Sonra
Gündeme Gelen Hareketlerin Çıkış Gerekçeleri :
1) İslami hayat tarzına karşı düşmanlık ve yasaklamalar sonucunda ortaya çıkan hareketler:
Asli hüviyetini çoktan kaybetmiş ve tamamen sembolik bir hâl almış olan ‘hilafet müessesesi’, içeriğinden boşaltılmasına rağmen Müslüman kitlelerin bir çoğu için ümmetin siyasal temsilcisi olma vasfını hâlâ koruyordu. 3 Mart 1924 tarihinde hilafetin ilgâ edilmesiyle Müslümanlar yepyeni bir durum ile karşı karşıya kaldılar. Yüzyıllardır inanç esasına göre sağlanan birliktelik, Batının yeni ama oldukça tehlikeli oyunu Ulusçuluk fikrinin ortaya çıkmasıyla darmadağın edilmişti. Ve bu dağınıklık sonucunda emperyalist güçler korkunç bir ekonomik, siyasal ve kültürel sömürüye başladılar. Kendilerinin artık fiili olarak bulunmalarının gerek olmadığı bölgelere kendi çıkarlarını koruyan işbirlikçi idareciler yerleştirdiler.
İşte böylesi bir ortamda batı devletlerine verdikleri taahhütler üzerine İslama ve İslami olan her anlayışa karşı savaş açan, yasaklamalar getiren bu yeni ulus devletlerin idarecileri, uygulamalarına rest çeken, direnen hareketlerle karşılaştılar.
Şeyh Said hareketi bunlardan bir tanesidir. Yeni Türkiye’nin hızla batılılaşma hamlelerinden rahatsızlığını dile getiren Şeyh Sâîd, 27 Aralık 1924 tarihinde Kırıkhan köyünde yaptığı konuşmasında hareketinin temelini “Şeriât-i Ğarra-i Ahmedîyye” için harekete geçmek olarak açıklar : “Kurulduğu günden beri Dîn-i Mûbîn-i Ahmedî’nin ( sav ) temellerini yıkmaya çalışan Türk Cumhuriyeti reisi Mustafa Kemal ve arkadaşlarına, Kur’an ahkâmına aykırı hareket, Allâh ve Peygamber’i inkâr ettikleri ve Hâlife-i İslâm’ı sürdükleri için ğayr-i meşru olan bu idarenin yıkılmasının bütün müslümanlar üzerine farz olduğunu, cumhuriyetin başında bulunanların ve cumhuriyete tabi olanların mal ve canlarının Şeriât-i Ğarra-i Ahmedî’ye göre helâl olduğunu bildiririm.” (2)
Düşünsel olarak içerisinde zaaflar taşısa da, halkın islama aidiyetini sağlayan dinin temel niteliklerine yönelik getirilen yasaklamalar, Şeyh Said Kıyamı gibi Anadolu’nun bir çok yerinde küçüklü büyüklü kıyamlara sebep olmuş bu ayaklanmaların sonucunda ilgili ilgisiz binlerce insan İstiklal mahkemeleri kararlarıyla idam edilmiştir.
Sözde kurtuluş mücadeleleri ve bağımsızlık savaşlarına Tunus, Cezayir, Suriye ve Sudan örneklerini de vermek gerekir. İşgalci güçlerin yerlerine bıraktıkları yöneticiler bu topraklarda yaşayan Müslüman halka olmadık zulümler yaşatmıştır.
1956 yılında sözde bir iç bağımsızlık kazanan Tunus’ta, devlet başkanı Burgiba’ya karşı mücadeleye girişen Salih Yusuf hareketi kanlı çatışmalar sonucunda bastırılmış, Burgiba idareye tam hakim olmuştu. İslami hareketin canlandığı Zeytuniye Üniversitesi ile Tunus’taki İslam Cemiyetlerini kapatmak ve Fransız medeni hukukunu Tunus’ta yürürlüğe koymakla işe başlayan Burgiba yönetimden memnun olmayan herkesi sürgün, hapis ve ölümle susturuyordu. Ülkenin ekonomik kalkınmasını ve çalışma temposunu yavaşlattığı için Ramazan’da oruç tutmayı yasaklamış, Hac için Mekke yolculuğunun pahalı olduğu gerekçesi ile Mekke yerine Magrip’in kutsal kenti kabul edilen Keyrevan’ın ziyaret edilmesini halkına öneriyordu.
Bu uygulamalar karşısında, Tunus’ta teoride’de olsa “Genç Müslümanlar” ve “İslami Diriliş” gibi teşkilatların varlığından söz edilse de sağlıklı bir İslami hareket 1970’li yılarda Raşid el-Gannuşi tarafından başlatıldı. Daha çok üniversite ve okullarda ağırlığı olan Nahda isimli hareket el-Marife isimli dergi ile halka ulaşıyordu.
Burgiba yöneticileri bu harekete karşı 1978’de büyük çapta tutuklamalara başlamış, hareketin öncülerinden bazıları açlıktan, bazıları da işkenceden öldürülmüştü. Bu öldürmelerle birlikte dergileri kapatılmış ve faaliyetlerine kısıtlamalar getirilmişti. Lider Gannuşi ve genel sekreter Abdul Fettah’a on yıl ağır hapis cezası verilmişti. Burgiba’dan sonra yerine geçen diktatör Bin Ali, Müslamanlar üzerindeki baskıları bir kat daha artırmış, Nahda İslami Hareket mensuplarından yüzlercesini tutuklayarak katletmişti. Bu işkence ve öldürmelerin yanında göstermelik olarak mahkeme huzuruna çıkartılıp idam kararı alınanlar da bir hayli çoktu…
İki milyona yakın şehid vererek Fransız işgalinden 1962 yılında kurtulan Cezayir’de de işbirlikçi idareciler iş başındaydı. Cezayir diktatörlüğüne karşı ilk olarak 1970’lerde Mustafa Buyali tarafından başlatılan İslami hareket Buyali’nin 1987’de şehid olmasına kadar devam etmiş ve geride Müslümanlara önemli bir mesajlar bırakmıştı…
Daha sonra yönetimde bulunan Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN)idaresine karşı kurulan Abbas Medeni önderliğindeki İslami Kurtuluş Cephesi (FİS) halkın yoğun ilgisini toplayarak katıldığı ilk seçimlerde büyük oya sahip oldu. 1990 yılı Mahalli seçimlerinde Belediyeleri kazanan FİS, kısa sürede halk içindeki desteğini de arttırdı. 26 Aralık 1991 tarihinde yapılan genel seçimlerde 232 sandalyeden 188’ini kazanarak ezici bir üstünlük sağlayan FİS’in bu zaferi sindirilememiş, Genelkurmay Başkanı Halid Nezzar’ın önderliğindeki ordu birbirini izleyen ilginç olaylar sonucunda bir askeri darbe ile iktidarı ele almıştı. Bu süreçte yüzlerce müslüman şehid düşmüş, başta FİS’in lideri Abbas Medeni, genel sekreteri Ali Belhac ve sözcü Muhammed Said, 6000’e yakın müslümanla beraber tutuklanmışlardı…
Suriye’de, halkın çok azına tekabül eden Nusayrilerden bir lider olan Hafız Esad’ın diktatörlüğüyle karşı karşıya kalmış bir ülkedir. İslami anlayışın bu topraklarda yeşertilmesi için ilk ciddi örgütlenme, 1930’lu yılların sonunda Hama kentindeki bazı aydın ve tüccarların öncülüğünde kurulan Suriye Müslüman Kardeşler (Cemiyet-i İhvan-ı Müslimin) Hareketi ile başlamıştı. Grubun ilk başkanı Şeyh Abdülgani El-Hamid, Mısır’da öğrenci olduğu yıllarda İhvan’ın kurucusu Hasan el-Benna ile tanışmış, İhvan’ın Mısır’daki faaliyetlerinde bulunmuş ve ülkesine döndükten sonra da benzer bir örgütlenme başlatmıştı. 1944 yılında Mustafa Sıbai’nin başkanlığa seçilmesiyle cemaat yeni bir örgütlenme gerçekleştirdi. Örgütte 1968’de başlayan bölünme süreci, 1970 yılında tamamen açığa çıkmış ve hareket üç büyük lider etrafında üç parçaya ayrılmıştı. Bunlardan Halep grubunun başını Abulfettah Ebu Gudde, Şam grubununkini İsam el-Attar ve Hama grubunun başını da Mervan Hadid çekiyordu.
Mervan Hadid ve beraberindeki Hama ekibi, bu tarihten itibaren silahlı mücadele hazırlıklarına başlayarak, Esad döneminde devlet adamlarına yönelik suikast kampanyasını yoğunlaştırdı ve bu sebeple Hadid 1976 yılında yakalanarak, hapiste işkence ile şehid edildi.
1970’li yıllar İhvanın, Şam, Hama, Humus ve Halep gibi kentlerde yönetime karşı operasyonlarını arttırdığı yıllardır. Suikastlarda hedef, Suriyeli komünistler, Aleviler, Sovyet askeri uzmanları ve devlet görevlileri oluyordu. Bu süreçle beraber Hafız Esad’a yönelik bir suikastın başarısızlıkla sonuçlanması üzerine 8 Temmuz 1980 tarihinde İhvan’a üyeliği idam cezası olarak öngören 49 nolu yasa çıkarılmış ve binlerce Müslüman kendilerinden haber alınamayacak boyutta zindanlara atılmıştır.
Tabii ki Esad zalimliğinin zirve yaptığı operasyon Hama’da gerçekleştirilmişti. Hafız Esad’ın kardeşi Rıfat tarafından yürütülen operasyonda uçaklar, tanklar ve toplarla şehir bombalandı. 50.000’in üzerinde müslümanın hayatını kaybettiği saldırıdan sağ kurtulan yaralılar ise hendeklere atılıp diri diri gömülmüşlerdi…
1.Ocak.1956 yılında İngiliz-Mısır ortak yönetimine karşı bağımsızlığını! kazanan Sudan’da da yönetime İngilizler tarafından İsmail Azhari bırakılmıştı. Sürekli darbelerle boğuşan ve bir türlü aradığı istikrarı bulamayan Sudan’da 1969 darbesi sonucunda yönetime gelen Albay Cafer Muhammed El Numeyri, tek partili sosyalist bir idare kurmaya çalıştı. Laikliğe vurgular yapan Numeyri daha sonraları halifeliğini ilan eden tuhaf bir çizgiye sahipti. 1989 yılında General Ömer Hasan El-Beşir, İslami yönetimin savunucusu Hasan El-Turabi’nin destek olduğu bir darbeyle yönetimi ele geçirmiş ve ülkede şeriat ilan etmişti. Ancak 2000 yılından sonra Turabi Halk Kongresi Partisini kurarak Beşir’den ayrılmak zorunda kaldı ve 2001 yılında tutuklanarak ev hapsine mahkm edildi.
1928 yılında Hasan El-Benna ve arkadaşları tarafından Mısır’da kurulan İhvan-ı Müslimin teşkilatı da İslami yaşayışa davet çalışmaları yoğun bir hareketti. Ülke çapında gerekli teşkilatlanmayı sağladığına inanınca Kral ve vekillerine davet mektupları gönderen Benna ve kardeşler, bu merhaleden sonra baskı ve şiddet ile karşı karşıya kalmışlardı. Mektuplarda, idarecilerden Batı taklitçiliğini bırakıp müslümanca yaşamalarını, kadın ve erkeklerin yan yana toplantılara katılmamalarını, gazetelerde kadınların resimlerinin basılmamasını, içki, kumar, şans oyunları, gece kulüplerini ve sinemayı yasaklamasını, namazın kılınmasını, Avrupa kültürünün toplumdan kaldırılmasını ve yerine İslam kültürünün konulmasını isteyen talepler yer almaktaydı. Bu süreci takiben Benna Kral Faruk’un emriyle polisler tarafından vurularak 12.Şubat.1941 yılında şehid edildi.
1946’lar, üç yıl boyunca İslami hareketin hem içte kanal işgalinden dolayı İngiliz emperyalistleriyle, hem de dışta Filistin Siyonistleriyle kanlı çarpışmalara giriştikleri bir dönemdir. 1951 yılına kadar, hem Benna’nın şehadetinin etkileri, hem de öncülerin zindanlarda olması İhvan içerisinde bir duraklama devresi yaşatmıştı. Ancak 1951 yılında mücahidlerin zindanlardan çıkmasıyla toparlanan hareket öncelikle İngiliz işgalci kuvvetlerini kendilerine boy hedefi olarak seçti. Bu çalışmalar emperyalist İngilizleri, bu topraklarda kalmalarının kendileri için iyi netice vermeyeceği konu¬sunda ikna etmişti. İhvan’ın İngilizler üzerinde kurduğu bu baskılar hükümet ile görüşme masasına oturmalarına ve daha sonra da işgalcilerin bu topraklardan çekilmelerine neden oldu.
Öte yandan Kral Faruk’un 1953’de devrilmesi ve yerine Cemal Abdunnasır’ın gelmesinde de İhvan’ın rolü büyük olmuştu… Ancak İhvanla işi biten Nasır 1954 yılında kendisine yapılan suikastı ihvan’a mal ederek bir çok ihvan mensubunu hapsetti. İslam dünyasının protestosuna rağmen büyük hukukçu ve İslam alimi Abdulkadir Udeh, mücahid ve alim Muhammed Fergali, Yusuf Talat, İbrahim Tayyib, Handevi Duveyr ve Mahmut Abdullatif gibi isimlerde şehid edildi.
İhvanın eski dinamizminde olmasa da devam eden mücadele sürecine özetle baktığımızda örgütün genel Mürşidi Benna’nın 1949’da Kral Faruk’un ajanları tarafından; Abdulkadir Udeh’in 1954’de, Seyyid Kutub’un 1966’da Kral Nasır tarafından; Salih Sedye’nin 1974’de, Mustafa Şükrü’nün 1977’de Abdusselam Ferec’in 1981’de Enver Sedat tarafından; Halid İslambuli’nin de Hüsnü Mübarek tarafından şehid edildiğini görürüz… (3)
İran’daki, batı düşkünü Laiklik yanlısı şahı Pehlevi’ye karşı gerçekleşen İslam İnkılabını da bu kategoride değerlendirmemiz gerekir. Pehlevi hanedanının ülkenin yönünü tamamen batıya çevirmesi, laik hayat tarzını hakim kılma arzusu, dini yaşam biçimine karşı yasaklar koyarak zorba uygulamalara girişmesi, ülkenin petrol zenginliğini kendi şahsi servetine yönlendirmesi ve kendisine muhalif olan kişilere işkence yaparak ölümlerine sebebiyet vermesi üzerine halk şahı devirmiş ve yönetimi ulemaya devretmiştir. Yani İran halkının geleneksel din anlayışı, şahın hızlı batılılaşma serüvenine karşı islami meşruiyet reflekslerini göstermiş, bütünsel bir sistem olarak yeni İran’ın oluşumuna katkı sağlamıştır. Bu hareketin fikri alt yapısını oluşturan Mutahhari, Beheşti, Tabatabai, Bahoner ve Şeraiti gibi isimler İmam Humeyni’nin önderliğinde kazanılan inkılabın öncüleri olarak izlerini bırakmışlardır. İran’daki hareket verdiğimiz diğer örneklere nazaran bir zafere ulaşmış, inkılabın gerçekleştiği 1979 yılından itibaren dünya Müslümanları üzerinde heyecan ve moral katkısı sağlamıştı.
(devam edecek)
Dipnotlar :
1- İslami Hareketler ve Kıyamlar Tarihi Denge yy. Mustafa İSLAMOĞLU
2- Adım Şeyh Said İlke yy. İlhami ARAS
3- İslami Hareketin Tarihi Seyri Denge yy. Beşir İSLAMOĞLU