Filistin Mültecilik Meselesi üzerine araştırmalar gerçekleştiren, Suriye, Lübnan, ve Gazze’ de bulunan Filistin Mülteci kamplarını ziyaret ederek bu kamplara ilişkin izlenimlerini kamuoyu ile paylaşan yazar Hamza ER’le Filistin meselesini, Mültecilik konusunu, kampların durumunu ve tabii ki Mavi Marmara’da yaşananları konuştuk. Hamza ER, Filistin davasının yetkili birçok ismi ile de görüşmeler yaparak direniş ve mücadele kararlılıklarını bizlere aktaran bir isim… Mültecilik konusunun Filistin sorununun temeli olduğuna dikkatleri çekmeyi amaçlayan yazar, Mavi Marmara Yardım filosuna katılmayı bir ibadet olarak kabul ettiği için orada bulunduğunu ifade etti. Kendisine birikimlerini bizimle paylaştığı için teşekkür ediyoruz.
İlk olarak Filistinli mültecilerin bulunduğu kamplar hakkında konuşmak istiyoruz. Birçok insanın varlığından habersiz olduğu bu kamplar hangi ülkelerde? Siz hangi kampları ziyaret edebildiniz?
Filistin mülteci kampları, bugün İsrail işgali altında bulunmayan Filistin toprakları olan Batı Şeria ve Gazze ile Filistin topraklarının çevresindeki ülkelerde bulunmaktadır. Mülteciler, Lübnan, Suriye, Ürdün, Irak ve Mısır’da yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Biz, Suriye, Lübnan, Irak sınırı ve Gazze’de bulunan kampları ziyaret etme fırsatını bulduk.
Yaklaşık kaç Filistinli mülteci yaşamlarını bu kamplarda sürdürüyor?
Filistinlilerin toplam nüfusunun 10 milyonu geçtiği günümüzde 6 milyon civarında Filistinli mülteci kamplarında yaşam mücadelesi veriyor. Bakın, toplam nüfusun yarısından fazlasından söz ediyoruz. Bu kadar insan öz topraklarından uzakta, geriye dönebilmenin hasretiyle yıllardır bekliyor.
Mülteci kamplarında bulunan Filistinlilerin çoğunun yurtlarından sürülmesinin sebepleri nedir?
Bugün İsrail ve Filistin arasında bölünmüş olarak gösterilen toprakların tamamı Filistin topraklarıdır. Ancak İngiliz işgali sırasında bölgeye getirilerek yerleştirilen Yahudiler daha sonra silahlanıp terör çeteleri kurmuş ve birçok katliamlar gerçekleştirmişlerdir. Daha sonra ilan edilecek olan Siyonist İsrail devletinin bakanlık ve başkanlık makamında yer alacak olan bu eli kanlı çete reislerinin gerçekleştirdikleri katliamlarla Filistin halkının topraklarından sürülmeleri sağlanmıştır. Filistinli mültecilerin tamamına yakını ikamet ettikleri yerlerden silah zoruyla ve şiddet yoluyla çıkarılmışlardır. Bu tam anlamıyla bir tehcirdir. Siyonist işgalin sebep olduğu bir tehcir… Filistinlilerin çıkartıldıkları topraklara Yahudilerin yerleştirilmesiyle ilan edilen İsrail devletinin BM tarafından tanınması bir anda milyonlarca Filistinliyi vatansız durumuna sokmuştur.
“6 yaşından 60 yaşına kadar Filistinli mültecilerintek beklentisi topraklarına kavuşmak…”
Filistin’den çıkartılan mültecilerin yaşadığı kamplarda yaşam koşulları nasıl? Ne gibi sorunlarla mücadele etmek zorunda kalıyorlar?
Sıkıntının en büyüğü ne derseniz; evinizden uzak bir şekilde, sürekli olarak birilerine muhtaç halde yaşamanın hüznüdür derim. Bundan ötesi zaten bildik mültecilik sorunları… 1metreden daha dar sokaklarda gecekondu tarzı derme çatma evlerde güneşten, havadan mahrum koca bir ömür geçirmek… 8-10 metrekarelik odalarda, arası perde ile ayrılmış bölmelerde yaşamaya çalışan kalabalık ailelerin durumunu izah etmeye gerek var mı? Genç kızlığına böyle bir ortama adım atan, delikanlılık çağına bu odada giren bir gencin psikolojik sorunları Filistinli anne ve babanın en mühim sorunudur.
Sonra bazı kamplar açık hava hapishanesi gibi… Filistinli mültecilerin kimlikleri, çalışma izinleri yok. Kampların bulunduğu ülkelerin vatandaşlarının sahip olduğu sosyal haklardan faydalanamıyorlar. Alt yapısı olmayan, içme su sorunu olan, ciddi hastalıkların tedavi ve ilaç imkânlarının olmadığı kamplarda bu insanlar 60 yılı aşkındır yaşamak zorunda bırakılmışlar.
Tekrar Filistin’e dönmek istiyorlar mı?
Tabii ki dönmek istiyorlar. İnanın 6 yaşından 60 yaşına kadar bütün Filistinli mültecilerin tek beklentisi topraklarına kavuşmak. Zorunlu olarak kaldıkları yerlere entegre olmadan, Filistinli kimliğini kaybetmeden dönmeyi bekliyorlar.
Filistin’e dönme istekleri, bulundukları zor şartlardan mı kaynaklanıyor?
Büyük çoğunluğun dönme arzusunu kampların zorluğu değil, topraklarına olan bağlılık oluşturuyor. Irak sınırında, çölün ortasında, ilkel koşullarda çadırlarda yaşayan 12 yaşındaki İbrahim adında bir çocuk koşarak yanımıza geldi ve “nereye gitmek istiyorsunuz diye sorduğunuzu duydum, biz Filistinliyiz, bizim yerimiz, toprağımız Filistin, başka neresi olabilir ki” dedi. Bu bizim için, Filistin davasının geleceği açısından umut veren bir diyalogdu…
Yardım kuruluşları tarafından mültecilerin bulunduğu kamplara düzenli olarak yardım sağlanıyor mu? Bu yardımlar yeterli düzeyde mi?
Kamplara BM mültecilik masası UNHCR’nin düzenli yardımları ulaşıyor. Ancak zaman zaman sorunlu olan bu ürünlere halk temkinli yaklaşıyor. Bu kuruluşun yetkililerinin halkla diyalogları da genellikle aşağılayıcı ve azarlar nitelikte oluyor. UNHCR’nin dışında kampların bulunduğu ülkenin Kızılay’ı ve Filistin direniş gruplarının bu ülkelerdeki çalışma ofisleri halkın ihtiyaçları ve sorunları ile yakından ilgileniyor. Ancak taşıma suyla değirmen dönmüyor… Sürekli ihtiyacı olan, tüketen pozisyonunda bulunan ve bunu kendi emeğiyle karşılayamayan milyonlarca insanın en temel beklentileri bu yardımlarla tamamen karşılanamaz.
Bu kamplara yardım için gittiğinizde sizi en çok etkileyen olayı anlatır mısınız?
Ben Lübnan’da bulunan Sabra ve Şatilla kamplarında yaşanan katliamın izlerini görünce çok etkilenmiştim. Arial Şaron’un emriyle gerçekleşen katliamda mermi değmemiş yeri kalmayan harabeye dönmüş binalar o gün yaşanan vahşeti gözler önüne sermekteydi. Hele hamile olan komşusunun karnının deşilerek öldürüldüğü yeri ağlayarak gösteren canlı bir tanığın o hali unutulacak gibi değildi…
Bir de Irak sınırındaki Tenf çadır kampındaki yaşam hikâyeleri çok etkileyiciydi. İsrail’in işgaliyle 1948’de Irak’a sığınan Filistinli Mültecilerin, ABD’nin Irak işgalinden sonra yönetimi devralan güçlerin milisleri tarafından nasıl katledildiğini, geride kalanların canlarını kurtarmak için dükkânlarını, mallarını, evlerini yani her şeylerini bırakıp bavullarına sığdırabildikleri ile bu kampa geliş çabalarını dinlerken, gözlerinde gördüğüm korku dikkat çekiciydi. Çünkü bir insanın bu çöl soğuğunda, bu açık hapishanede yaşamaya rıza gösterebilmesi için çok ama çok kötü şeyler yaşamış olması gerekiyordu.
Bu kamp çölün ortasında, yazın sıcaktan kavuran havasıyla biliniyor. Bez çadırlar, orada yaşayan insanlar için bir gölgelik serinlik sağlayamıyor tabii ki… Kampa ulaşan yardımlar içerisinde bir sürü yiyecek ve giyecek olmasına rağmen onları bırakıp buz kütlesini yere atıp kıran ve hararetten dolayı emmeye başlayan çocukların bu hali de bende derin iz bırakmıştır.
“Topraklarından uzakta yaşayan 6 milyonu aşkın Filistinliyeyapılacak en büyük yardım işgalin ortadan kaldırılması olacaktır.”
Bu bölgelere hangi tür yardımlar ulaştırılıyor ve özellikle ihtiyaç duydukları şey nedir? Ayrıca kamplardaki sağlık koşullarından bahsedebilir misiniz?
Mülteci olarak yaşıyorsan bir insanın kullanabileceği her şeye muhtaçsın demektir. Sadece ekmek, su ve elbise değil… Bebeklerin özel mamaları, sürekli tedavinin gerektiği hastaların ilaçları, gençleri meşgul edecek uğraşların oluşturulması gibi… Yapılan yardımlar bu insanların sadece ölmemelerini sağlıyor. Etin sadece kurban bayramlarında veya özel bazı adaklar sebebiyle bazı kamplara girdiğini düşündüğümüzde sağlıklı bir beslenmenin nasıl gerçekleşebileceğini siz düşünün…
İnsanın bedenini doyuran bu tür yardımlar dışında onun ruhunu doyuran, ona hedef çizen, onu hayata bağlayan, bir ideale yönlendiren projelere ihtiyaç var. Çünkü 2-3 kuşaktır buralarda yaşamak zorunda bırakılan bu insanlar arasında evinin bir köşesinde oturup bekleyen yaşlılar olduğu gibi, çocukluğunu yaşamayı bekleyen ve gençlik dönemini bu kamplarda geçirenlerde bulunmakta… Ben, Filistin toprakları dışında doğan bu yeni neslin, işgal ve onun sonuçlarını daima gündemde tutmasını sağlayacak faaliyetler geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu hedefe yönelik çalışmalarla, Filistin dışında doğan Filistinlilerin bulundukları bölgeye tam bir entegre sağlayarak öz kimliklerini unutmaları engellenebilir. Ve bu tür kültürel etkinliklerle hayata bağlanmaları, sorumluluk sahibi olmaları sağlanabilir. Yoksa, kamplarda çok sık görülmese de, umutsuzluğun, hedefsizliğin intihara sürükleyebildiği psikolojiye sahip insanlar çıkabiliyor.
Çocukların durumları nasıl? Onların çoğu kendi toprakları dışında büyüdü. Filistin hakkındaki düşünceleri nedir?
Çocuk her yerde çocuk… İmkânsızlığın alabildiğine kuşattığı bir ortamda, renkli bir topla, bir küçük şeker, balon ile mutluluğu bulabiliyor. Bazı kamplarda çocukları hüzne, karamsarlığa itmemek için oyun parkları kurulmaya çalışılmış. Tabii ki çıkma hırdavat parçalarından… Çocuklardan söz açılmışken eğitim konusundaki gıpta edilecek çabalardan da bahsetmemiz gerekiyor. Filistinliler kültürlü bir halk ve nerede olurlarsa olsunlar çocuklarının yetiştirilmesi için imkânlar oluşturmayı başarıyorlar. Çadır kamplarda bile bir çadırı okul yapıp öretmenler atayıp eğitim faaliyetlerini sürdürüyorlar. Bu eğitimin en temel bilgisi ise “Filistinlilik bilinci”…
Filistinlilerin İsrail’e karşı direnişlerinde en önemli silahları nüfusları… Yeryüzünde daima Filistinliler olduğu müddetçe İsrail rahat uyku yüzü göremeyecektir. Bu sebeple kamplardaki Filistinliler çok çocuklu, kalabalık ailelerden oluşmaktadır. Siyonist israil’in eski çete liderlerinden sonraki başbakanı David Ben Gurion, hatıratında “Onların (Filistinli mültecilerin) hiçbir zaman geri dönmemelerini sağlamak için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız… Yaşlılar ölecek ve gençler unutacak.” diyor. Kamplarda karşılaştığımız Filistinlilerin 60 küsur yıldır devam eden baskıya, şiddete, yokluğa rağmen hâlâ Filistinli kimliğine bağlı kalmaları, hiç görmemelerine rağmen orada doğmuş gibi derin bir hasret çekmeleri gelecek adına bizlere umut veriyor.
Size göre, bu kamplarda öncelikli olarak çözülmesi gereken problemler nelerdir?
En acil ihtiyaçları, insanca yaşacakları bir ortama kavuşmak… Bir mülteci için ne yaparsanız yapın onun ihtiyacını tam olarak karşılayamazsınız. Düşünün, evinizden uzak bir yere misafirliğe gittiğinizde bir müddet sonra sıkılıp, rahatsız olup evinize, düzen kurduğunuz mahallenize, köyünüze dönmek istersiniz. Mültecilerde bulundukları kamplarda misafir olarak yaşıyorlar. Bir misafire ancak evine dönene kadar rahat yaşayabileceği imkânlar sunabilirsiniz. Misafir, evini unutup gittiği yerde temelli kalmanın hesaplarını yapmaz, yapamaz. Bu sebeple onların en temel sorunu israil’in varlığıdır. İsrail’in topraklarını işgal etmesidir. Bu işgalin ortadan kaldırılması, topraklarından uzakta yaşayan 6 milyonu aşkın Filistinliye yapılacak en büyük yardım olacaktır. Tabii bu ideal gerçekleşinceye kadar kamptaki yaşam koşullarının mümkün olduğunca düzeltilmesi gerekiyor.
“‘Biz’ derken, Bağdat’ı, Kahire’yi, Kudüs’ü, Şam’ı, Mekke’yi, Diyarbakır’ı, İstanbul’u, Kabil’i, Bakü’yü, birbirinden ayırt etmeyen,
hayata Allah(c)’ın bakmamızı istediği yerden, Ümmet anlayışı penceresinden bakabilmeyi başarmış fertlerin yetişmesi için çalışmalıyız.”
Filistin davasını ve mültecilerin yaşadıkları koşulları sürekli gündemimizde tutup, harekete geçilmesini sağlamak için neler yapmalıyız? Orada yaşananların sadece belli bir grubu değil tüm insanlığı ilgilendirdiğini Türkiye’ye ve tüm dünyaya nasıl anlatmalıyız?
Önce yüreklerimizdeki Filistin’i işgalden kurtararak işe başlamalıyız. Kendi zihinsel, fikirsel işgaline ses çıkaramayanların diğer mazlumlara faydası fazla olamaz. Nedir bu işgal; öncelikle kavramların, kelimelerin üzerindeki anlam tahribatlarına son vermeliyiz. Soruyorum Filistin’e karşı hassasiyet gösteren kardeşlerimiz “Biz” derken ne kastediyor? “Ateş bize değmedi, biz işgal edilmedik” tanımlamaları bir tahribat olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Sınırlarının çizilmesinde müdahil olmadığımız, emperyalistlerin böl, parçala, yönet politikalarının sonucu olan ulus devletler sorgulanmalıdır. Sınırlar kutsanmamalıdır. “Biz” derken Bağdat’ı, Kahire’yi, Kudüs’ü, Şam’ı, Mekke’yi, Diyarbakır’ı, İstanbul’u, Kabil’i, Bakü’yü, birbirinden ayırt etmeyen, hayata Allah(c)’ın bakmamızı istediği yerden, Ümmet anlayışı penceresinden bakabilmeyi başarmış fertlerin yetişmesi için çalışmalıyız. En büyük hizmet bu olacaktır. Bu davanın Arap-israil çatışması olmadığını, iman ettiğimiz Kur’an’ın çevresini mübarek kıldığı Kudüs topraklarının kurtuluşunun tüm Müslümanların sorunu olduğunu anlamalı, anlatmalıyız. O toprakların Müslümanlar için neden önemli ve değerli olduğunu anlatacak görsel ve yazılı çalışmaların dağıtılmasına hız vermeliyiz. Yaşadığımız topraklarda Filistinli kardeşlerimize bu 100 yıllık zulmü yaşatan israil’i tanıyanları, onlarla her türlü anlaşma içerisinde olanları deşifre etmeli, maskelerini düşürmeliyiz. Bunlar sorunu temelli çözecek düşünsel gayretler olacaktır.
Diğer yandan Filistin’in, mesafe olarak bir Antalyalı için İstanbul’dan daha yakın olduğunun anlaşılacağı, işgalin acı yüzünü gösteren haritalar, bültenler hazırlanmalı, fotoğraf sergileri, bilgilendirici toplantılar ve geceler ihmal edilmemelidir. Bu davaya gönül vermiş, ömrünü Kudüs davasına adamış isimlerin, yüreklerinde ki samimiyeti halka aktarabileceği ortamlar oluşturmalıyız. Bu faaliyetler küçümsenmemelidir. Filistin konusunda son 4-5 yılda görülen fikri gelişim bu çabaların bir sonucu olmuştur.
Biz insanların “unutmak” ve “duyarsızlaşmak” gibi kötü hasletleri var. Sizce, Filistin için direniş ruhu kazanmak ve bu ruhu her dem diri tutmak için neler yapmalıyız?
Ahmet Yasin’in hayatını okumalıyız. Evet sadece o yeter. Direniş ruhunu kazanmak, diri tutmak için Şehid Ahmed Yasin’in yaşama sarılıp başardıklarını anlayabilmenin diri yürekler için kâfi geleceğini düşünüyorum.
Şehid Şeyh Ahmed Yasin, işgal edilen topraklarda umutsuzluk havasını dağıtan, Filistinlileri direniş konusunda organize eden, motive eden büyük bir ilim ve hareket adamıydı. O, siyonist işgale karşı oluşan tepkiyi İslami bir kulvara oturtarak bugünlere gelmesini sağlayan gerçek bir direniş öğretmenidir. 1987 ve 2000 intifadalarının mimarı olan Şehid Yasin’in öğrettikleri sadece Kudüs davası ve Filistin halkına yönelik değildir. Tüm dünya Müslümanlarına, bizlere ispatladıkları vardır. 15 yaşında felç olan, vücudunun tamamına yakınını oynatamayan bir insanın özürlü olmadığını, gerçek özrün, tüm fiziksel özelliklerini kullanabilmesine rağmen kalbini, zihnini körleştiren, kulluk bilincinin farkına varamayanlar olduğunu ispatlamıştır.
Başımıza gelen her türlü musibeti, sabır ve ibadetler ile karşılamamız gerektiğini ortaya koymuştur. Milyonlarca eli ayağı tutan kişi varken bu onurlu mücadelenin ateşini yakmak ona nasip olmuş, adeta bu şekilde Allah(c) tarafından sabrına karşılık dünyada ödüllendirilmiş ve şehadetle ebedi saadete inşallah kavuşmuştur.
Sizin ezgi ve marş sözleri yazdığınızı öğrendik. Grup Yürüyüş’ün seslendirdiği, sözleri ve müziğini paylaştığınız “Meydanlar” isimli eserde, “Meydanlara küsmek olmaz. Meydanlar yangın yeri.” söylemleri yer alıyor. Bu sözlerden yola çıkarak, ülkemizde bir kesimin gereksiz gördüğü miting gibi organizasyonlara nasıl bakıyorsunuz? Sizce bu tarz oluşumlar, direniş ruhunun canlı tutulmasına katkı sağlıyor mu?
Ben o marşta, meydanlarda Hakk’ı haykırmanın, zalime karşı yumrukları havaya kaldırmanın gerekliliğine vurgu yapmak istedim. İslami mücadele bir denge hareketidir. Ne sadece bilgi, ne sadece eylem, ne de amelsiz, eylemsiz bir iman değerli olacaktır. Bilgiye ulaşmak, o bilginin ışığıyla inancını kuşanmak ve o inancın seni yerinde tutmayarak eyleme, amele götürmesini sağlamak dengeli ve ideal olandır. Kuru sloganlarla bir yere varılmaz. Kuru bilgide sadece kişinin sırtında taşıdığı bir yük olur. Ortak ideallerde birleşmiş Müslüman bir topluluğun istişaresinin meydanlarda şahitlik yapma talebi önemsiz görülemez. Bu haykırışlarımız, bizlerin safını belli etmekte, arayışta olan mazlumlara umut olmakta, ezilen halkları motive etmektedir. Şahitlik ispat etmek, ortaya koymak, model olmak demektir. Bu eylemlerde şahitliğimizin göstergesidir.
“Ne üç günde kahraman oluşturmalı, ne de duyarsız kalınmalı”
Mülteci kamplarındaki aktif çalışmalarınız dışında, Özgürlük Filosu’nda yer alan aktivistlerden birisiydiniz. Mavi Marmara sizin için ne ifade ediyor? İnsanlığa, Filistin’e ve İsrail’e ne gibi bir mesaj vermek istediniz?
Ben Müslümanım. Biz Müslümanlar açısından bu girişimin ibadet olduğu aşikardır. Müslümanların hayattaki her ameli, ibadettir. Allâh rızası için yapılan her eylem, ibadettir. Böyle bir organizasyona katılmayı ibadet olarak gördüğüm için orada bulundum.
Mavi Marmara Filistin sorununu gündeme taşımak için yola çıktı. Gazze ambargosuna dikkat çekebilmeyi amaçlıyordu. Kilometrekareye 500 kişinin düştüğü, adeta bir açık hava hapishanesi olan, Gazze’ye karşı yaşanan ilgisizliğe bir isyandır Mavi Marmara…
Bunlara ek olarak, bu gün insanların Mavi Marmara’ya yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Önceleri büyük coşku ve heyecanla karşılanan Mavi Marmara yardım çalışması, kendisinden gerekli fayda sağlandıktan sonra yalnız bırakıldı. Bu konuda rüzgar tersine esmeye başladı diyebilirim. Pensilvanya’dan yapılan açıklamanın etkisiyle birileri İsrail’i otorite olarak görmeye başladı. Mavi Marmara seyahatinin meşruluğu sorgulanmakta, İsrail voleybol takımı elini kolunu sallaya sallaya Ankara’ya mossad ajanları ile gelip maç yapabilmekte, yaralıların soruşturma süreçleri dondurulmaya çalışılmaktadır. Tüm bunlarla beraber bütün gemi yolcularına unutamadıkları bir acı bu ülkenin resmi makamları tarafından yaşatılmış, Çanakkale limanında 12 saat soğukta betonlar üzerinde bekletildikten sonra yolcular gemiye bindirilmeyerek geri gönderilmişlerdir. Halkın ilgisi mağduriyetlerin basına yansımasıyla orantılı oluyor maalesef… Artık ne üç günde kahramanlar oluşturmalı, ne de görmezden gelip duyarsız kalınmalıdır. Uzun soluklu, mesajı doğru kavramış nitelikli okumalara her zaman ihtiyacımız olacaktır.
Son olarak bizlere ne söylemek istersiniz?
Müslümanlar olarak temel görevimiz, iman ettiğimiz Tevhid, Adalet, eminlik, cihad gibi hakikatlerin şahitliğini yaşadığımız dönemde açıkça ortaya koyabilmektir. Bu konuda örnek öbekler oluşturabilmeli, insanlığın dâhil olmayı arzulayacağı model davranışlar sergileyebilmeliyiz. Bu örneklik, yakınımızdaki bir haksızlığı gidermekten, uzak coğrafyalardaki zulümleri ifşa etmeye kadar her alanı kapsamalıdır. Namazımız, orucumuz, örtümüz gibi tüm davranışlarımızın ibadet alanı içinde olduğunu unutmadan, vahyin rehberliğinde bir hayatı yaşayabilmenin mücadelesini verebilmeliyiz. O zaman hem yüreklerimiz ve başka yürekler hem de işgal altındaki beldeler işgalden korunabilecektir.
Röportaj: Yasemin Bozoğlu -Kampüsten Dünyaya Dergisi-